1 Haziran 2014 Pazar

biliyorum, onu şımartmamam gerekiyor. bu sefer gerçekten, bilerek, isteyerek, kasıtlı olarak onu şımartıyorum bu yazıyı yazarak. ne zaman görür, onu da bilmiyorum. bu sefer ki söylediklerim, yazdıklarım diğerkilerinden farklı. farklı, çünkü bilinçsiz bir şekilde yapıyordum bu işi.

onun için güzel bir şey söylesem, yüzüne normalden kısa bir süre uzun baksam, bir şeyler yazsam bile hep bana der: 'beni şımartma.' bu şımartılmama isteğinin arkasında ne olduğu da belli. korkuyor. kendini çok üstün görür de bir tarafları kalkar, sonra bunun zararını öncelikle ben, sonra o görür diye korkuyor. bana zarar vermemek için, 'bizi' bozmamak, parçalamamak adına yapıyor bunu. anlıyorum.

ama onun anlamadığı bir şey var: ben ne zaman aşık olsam, ne zaman birinin kokusuna, tenine, ruhuna tutulsam yağmura tutulmuş gibi, onun için hep bir şeyler yazarım. en kötü güzel bir şeyler söylerim ona, yüzüne biraz daha uzun bakarım, aklıma kazıyabilmek için. bilmiyorum, pek görülmüş şey değil kızların bunu yapması sanırım. hem ben bunları kendim için yaparım başta. ona olan susuzluğumu gidermek için, bir şeyler yapıp aşka, sevmeye layık olduğumu düşündüğüm için... belki de en önemlisi, yazarken kendimi iyi hissediyorum, parlak bir buluşum, güzel bir kurgum ya da gerçekten eşi bulunmaz bir benzetmem olduğunda kendimi olduğumdan biraz daha zeki hissediyorum ve bunu söyleyebilecek kadar aptalım belki. o yüzden bunları yazdım, bilmiyorum...

bildiğim tek bir şey varsa, o da şu, onunla bir ömrü çok güzel şekilde tamamlayıp, dünya üzerinde aşkın hala var olduğunu kanıtlamak istiyorum. belki birilerine umut olur diye. çünkü tam sevmekten vazgeçtiğim anda geldi o. ben o kadar yaralıyken, travmalar içindeyken sardı, sakinleştirdi beni. karşımda bir ayna olup, kendimi tanıttı bana. biraz daha büyüdüm.

kendime hiç güvenmezken güvenmeye başladım. yüzüme yabancıydım, o seviyor diye ben de kendimi sevmeye başladım. onun için sorumluluk aldım. annesi oldum yeri geldi, yeri geldi o benim için büyüdü. hayatımı bir oya gibi, bir sanat eseri gibi yavaş yavaş işledi ve buna devam ediyor.

fazla uzatmanın alemi yok gecenin bu saatinde, kısaca diyorum ki; beni sevmeye devam et. ve alış bazen şımartılmaya. bunu hakediyorsun.

eh, alışacak, değil mi?

12 Nisan 2014 Cumartesi

vals

dansçılar karşı karşıya dizildiler. selam verildi, sonra başlandı dansa. boylara göre eşleştirme yapılmamıştı. kimse tanımıyordu eşini. ancak iki üç sıra ötesinde tanıdıklarını farkedip de selam verenler, hafifçe kafa sallayanlar, göz süzenler de işlerini bitirdikten sonra başlandı waltz'a.

viyana. valsin doğduğu yer. bol aydınlık, geniş ve iyi döşenmiş salonlar. kabarık etekli, beyaz tüllerden ibaret hanımlar ve onlara zıt olmaya söz vermiş gibi baştan aşağı siyaha bürünmüş beyler. bu atmosferi iyice anlamalısınız. çünkü ben onu ilk defa orada gördüm.

zıtlıklar... bütün şehir zıtlıklardan örülü gibiydi. bir yandan savaşın aldığı, yuttuğu insanların sefaleti, bir yandan elitlerin yavaşça, tadını çıkara çıkara, hiç ölmeyecekmiş gibi dans etmeleri. herkesin zamanı vardı, hiç kimsenin zamanı yoktu... ve tabi bütün bunlar nereden baktığınıza bağlıydı.

eğer şehrin güney yakasından bakarsanız- ki bakmaya bile vaktiniz olmazdı o zaman- koşturmak zorundaydınız. insanların durup ince şeylerle ilgilenecek hali yoktu. katarlar dolusu tren vardı çünkü. cepheden gelen yaralı askerler, yine cepheye gitmesi gereken cephane, yiyecek ve giyecekler, siperleri sağlamlaştırmak için kürekler, başka ülkelere gitmek isteyen yahudiler... şehrin güney yakası daha fazla komşuya kapı açtığı için mi bilinmez, durup dinlenmeye, valsin yavaş devinimini duymaya vakti olmayan insanlarla doluydu.

kuzey soğuktu biraz daha. nehirlerin ve göllerin sakinliği yetmezmiş gibi şehri ziyaret eden soğuk hava dalgaları tıpkı insanların güneyden gelmesi gibi kuzeyden giriş yapardı ülkeye. dağların insanlara değil, sırf rüzgarlara geçit verdiği tek yer orasıydı. sık görülmesine rağmen, kuzeyden gelen rüzgar izzet ve ikramla karşılanır, bir dediği iki edilmez, vals salonlarına kabul edilirdi.

bu şehirde iki farklı grup vardı. bunlar bazen birbirilerine hayatta kalabilmeleri için destek olurken, bazen de birbirilerini yemekte sakınca görmezdi. kuzey ve güney. elit ve varoş. vals ve... neyse. şehrin insanları hayatlarını vals ile tanımlarlardı. eğer dans edebiliyorsan, yaşıyorsun demekti bu.

eğer dans edebiliyorsan, smokinin ve uzun ağızlıklı sigaran, ülkenin güneyinde bir çiftliğin ve kuzeyinde de bir fabrikan, ama her şeyden önemlisi koluna girebileceğin, bir bahar çiçeği gibi kokan ve beyaz dantel elbisesiyle saçları yapılı bir eşin var demekti.

eğer bunlar yoksa vals de yapamazdın, ya da tam tersi.


-devam edecek-

eyvahlar olsun, kaptırdım gidiyorum...

bu gidiş pek hayra alamet değil. çok fena aşık oluyorum. ya da oldum bile, haberim yok. ya da sadece ilgi açlığından mı bu?


ben bu tarz soruları sürekli soruyorum/sorarım. hislerimi iyice araştırır, didiklerim derininde ne yattığını öğrenmek, asıl gerçek duygunun ne olduğunu bulmak için. insan bazen kendi bile bilemez derinlerinde ne olduğunu.

bende işte tam bunun için soruyorum. çünkü hata yapmaktan korkuyorum. hata derken, kastım şu, o'na yanlış yapmamak, kalbini kırmamak için. hissediyorum, hayat bana daha fazla şans vermeyecek mutlu olmak için. 19 yaşındayım, ama bu son şansım gibi geliyor.

eğer onu bulmasaydım, uzun zaman kimseyi sevemezdim. öyle bitkin ve yıkıktım ki... kendime değer vermiyordum, sevmiyordum bile. kendi varlığım rahatsız ediyordu beni. kendimi dünya üstünden kaldırıp atmak istiyordum. çok melodramatik olacak farkındayım ama belki sadece yalnız kalmamak için önüme çıkan ilk kişiye evet diyebilirdim.

sonra onu buldum. ve bu noktaya gelene kadar yaşadığım her şeye şükür ediyorum. iyi ki hayatıma girmişsin sevgilim. iyi ki...

7 Nisan 2014 Pazartesi

yemin ettim bi' gün kendime: içimde hiçbir şey kalmayacak söylenmedik. o gün bu gündür, hem kendime hem başkalarına dürüst olmaya çalışıyorum. başkalarının canı cehenneme aslında. ben bu dürüstlüğü sırf kendim için istiyorum.

neden? biliyorum sebebini, ama söylemem. daha değil. yeterince cesur değilim bazı şeyler için. sorumluğunu kaldıramayacağım kelimeler ağzımdan çıkmamalı. söz namustur. yazsan ya da sadece kulağından geçip gitse bile...

'seviyorum.' mesela. büyük laf. herkes söyleyemez. söylememeli. 'sana aşık oldum ben, o gece.' yazılmamalı eğer sorumluğu korkutucuysa, kaldırılabilecek bir şey değilse. 'korkuyorum.' karşındakini korkutabilirsin. dikkatli olmak lazım.

ben dikkatli davranmadım. şu son bir ayımı özenli yaşayamıyorum. dersler berbat, atölye? eh işte. ama şimdi hayatımda güzel gözlü bir adam var. ona kıyamam. dikkatli olmak zorundayım. onun için. o özveride bulunuyorsa benim için, ben de yapabilirim.

bazen düşünüyorum, beni seviyor mu cidden? birbirimizin her haline katlanabiliyor muyuz, katlanabilecek miyiz? tanışalı bir ay oldu, 5 gün sonrasında çıkmaya başladık. bu kadar hız korkutucu gelebilir. bana da geliyor.

bazen durup sadece nefes almak istiyorum, kafamdan hiçbir şey geçmeden. yapmam gereken ya da yapmamam gereken hiçbir şeyi düşünmeden. ama yolumu çizmek zorundayım. hayat beni beklemez çünkü, geriye düşsem umursamaz. milyonlarcamızı umursamadığı gibi.

yarınki sınavı düşünmesem mesela, ya da daha yapmadığım ödevimi, ya da hayatıma müdahil olmaya, 'şunu şöyle yap, bunu böyle yap.' diyen insanları umursamasam. kulağımın içinden geçen şarkılarla yaşayıp gitsem ya bir süre. kurtlara selam olsun mesela...

o çaladursun. ben kendimi toparlayayım. o kadar korkutucu bir hızla yaşıyorum ki her şeyi... içimde hiçbir şey kalmayacak demem de bundan. hayatın bir gün bitmesinden korkuyorum. biteceğini biliyorum. benim istediğim gibi bitmemesinden, onu kontrol edemeyecek olmamdan, hazırlıksız yakalanıp, rezil olacağımdan korkuyorum. hayattaki ve hayattan en büyük korkum bu: rezil olmak.

tüylerim takımı daha yeni gol atmış bir tribün gibi ayakta, sırtımda taşıdığım ürpertilerden bahsetmiyorum bile. hayat, kapımın önündeki kurt gibi. eğer kapıyı açmazsam kendi kıracak. bu yüzden o beni küçük düşürmeden ben kendimi yeriyor ve yargılıyorum. bu yüzden kendimle dalga geçiyor, beğenmiyor, dışlıyor, umursamıyor, yaralıyor ve daha fazla bıçak saplıyorum... ki başkalarının bıçakları beni acıtmasın diye.

konu çok dağıldı, farkındayım. dağılsın... neyim derli toplu? neyin kontrolü elimde ki? bu yüzden diyorum işte, içimde söylenmedik hiçbir şey kalmamalı diye. en azından bunu kontrol edebilmeliyim, di mi?

7 Mart 2014 Cuma

ilgi

''Fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin için o kadar güç olmamıştır. İnsan evvela kendi kendisinden utanır gibi olur ama, bilir misin, bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır. Vicdan azabı dedikleri şey, ancak bir hafta sürer. Ondan sonra en aşağılık katil bile yaptığı iş için kâfi mazeretler tedarik etmiştir.''   Sabahattin Ali

en aşağılık bir katil kadar bile olamıyorum ben. onu artık sevmememin mazereti olarak neyi gösterebilirim? sadece başka birinin bana ilgi duymaya başlaması mı? yoksa sadece artık acı çekmekten sıkılmak mı? bilmiyorum. biri var. ellerimi uzattığında onlara sanki serçelermiş gibi davranan. ürkütmeden, korkutmadan sadece sevmek isteyen... bi yandan hala o var. onca şeye rağmen hala hesaplaşmamız bitmemiş gibi hissediyorum. sanki aramızda bi mevzuu varmış da, çözmeyi unutmuşuz gibi.

hayır, öyle değil. biliyorum ki, o kafasında uzun uzadıya düşündü, tarttı. beni istemediğine, şu andaki sevgilisini daha çok istediğine karar verdi ve şu anda bu kararın gereğine göre yaşıyor.

peki ben ne yapıyorum? hiç açmamış bi çiçeğin yasını tutmak, aman açsaydı şunlar olurdu, böyle güzel kokardı, şöyle güzel görünürdü demek kime, ne katar? açmamış işte. ömrü günü yetmemiş belki, havayı beğenmemiş, sudan etkilenmiş, o olmuş bu olmuş... geç bunları. elinde tek bir gerçek var, o güzel kokacağını umduğun yasemin açmayacak. çürümüş çünkü. ölüymüş.

bir de böylesini deneyelim bakalım. açmasını beklediğim yaseminler olmadan yaşayayım, biri bana ilgi mi gösteriyor, hoşuma giderse ben de karşılık vereyim... en azından sinir stres olmadan, kendimi yemeden bir kaç ay geçireyim. sonra?

sonrasını sonra düşünürüz.

28 Şubat 2014 Cuma

değişti filan diyorlar, yalan.

senin için söylenen bu. 'değişti.'
'bize farklı davranıyor, artık eskisi gibi değil.'
'canım sen bu adamın merhametine mi aşık oldun bilmiyorum ama artık aynı adam değil.'
'o kız var diye bizi satmaya başladı.'
'bi geçmiş olsun dedik diye facebook'tan mı çıkarmış, aman ne ergenmiş yahu...'

bunlar ve bunlara benzer bir sürü şey... işin garibi, daha önce inanmazken bunlara, artık inanıyorum. sen değiştin. değişmedin aslında, köreldin. sen bir bıçak gibiydin. istemediğin bir şey olduğunda hemen ondan kurtulmaya bakardın. hayatından uzaklaştırır, atardın.

ben bilemem ama, herkes mutsuz olduğunu söylüyor. mutsuz musun? cidden merak ediyorum. seni artık sevdiğimden filan değil. ben gördüğüm bu yeni adamı sevemiyorum. tanıyamıyorum, anlayamıyorum. senin için duyduklarıma bakıyorum da tekrar, 'hayatta yapmaz!' dediğim şeyler bunlar.

seni sevmiyorum artık. tanımıyorum ki? hani olur ya, otobüstesindir, eski sevgilinin parfüm kokusunu duyarsın... o mu acaba diye kafayı çevirip bi bakarsın ki o değil. onunla uzaktan yakından alakası yok. e kokusu aynı diye yabancıya 'o'ymuş gibi davranmayacağına göre? benim hissimde aynı. bi' adam var, aynı sevdiğim adam gibi görünüyor, parfümleri aynı, sesleri, konuşmaları aynı... ama yaptıklarına bakınca bu iki adamın aynı kişi olmadığını anlıyorum.

anlaşıldı, benim sevdiğim ölmüş. bıçak falan değilmiş ayrıca. sertliği, keskinliği yalnız banaymış. ekmeğe yumuşak, peynire sert... böyle bıçak mı olurmuş?

bundan sonrası için iki ihtimal var: ya ben başından beri yanlış tanıyorum seni (ki 'benim gibi bi adama değer verme.' demiştin zamanında, kendini iyi tanıyormuşsun) ya da sen değiştin ve ben bunu kabullenemiyorum.

sanırım seni iyi tanıyamamışım...

26 Şubat 2014 Çarşamba

selam. ben geri geldim. heeey? oralarda beni duyan var mı? varsa ses versin. bu sessizlikten sıkıldım.
kimse yok galiba. her şey benim kafamda uydurduklarımdan kaynaklanıyor o zaman. bu kafa zaten neler uydurmadı ki? ne canavarlar, ne kötüler, ne hırsızlar, ne yavuzlar... çok eskiden bi ara yastığımın altında ufak bir bıçak vardı, ufak ama işlevsel. eve hırsız girmişti. gündüz gözüyle hem de. belki onun korkusundan, yastığımın altında sert bir demir. soğuk. hep yatarken dua ederdim: 'allahım nolur şu bıçak bi' yerime falan batmasın.' batarsa olacak olan belli. her yer kan, annem öğrenecek, telaş yapacak... ki bir gün öğrendi de. ama hiçbir şey olmadı. anladı galiba beni. anneler anlar zaten. yani bazı şeyleri...

bazı şeyler de vardır ki anneye anlatılmaz. annem onu sorduğunda bu yüzden anlatamadım. 'bak kızım, biriyle görüşüyorsan söyle de bilelim bize uygun mudur değil midir?' uygun değildi anne, hiç değildi. anlatamadım sana. ağzımı bile açamadım. hem zaten görüştüğüm biri bile değildi. düzenli yani, senin kastettiğin gibi. bazen onu her gün görüyordum, bazen haftalarca hiç. hem ayrıca insan annesine nasıl söyler ki? 'anne ben birine karşı bişiler hissediyorum, bunu onunla da konuştuk ama bana olmaz dedi. üstelik kanserliymişim, sanki bu hislerden hiç kurtulamazmışım gibi davrandı bana. beni ezdi. haftalar sonrası biriyle görüşmeye başladı. senin deyiminle birbirilerine uygundular sanırım. bizim neslin deyimiyle çıkmaya başladılar. o sevgili ile mutluyken birden ben çıktım. ona sarıldım, apartmanın önünde. biri görürmüş, görmezmiş umrumda değildi anne. inan değildi. ama ne koydu biliyor musun? bana dokunmadı bile. taş kesildi olduğu yerde. bilerek. yanaklarından öptüm, kokusunu içime çektim ama yine de nafile. ahlaklıymış demek ki. ya da gerçekten beğenmiyor beni. tiksiniyor.

bilmiyorum anne, bazen ona bakıyorum da... ona bu şekilde sarıldıktan sonra gecelerce ağladım, günlerce kendimi kötü hissettim, nefes alamadım. oysa yaptığım neydi ki? ben evimin dışında bir şey sevmiştim. ben elimin uzanabileceği yerin dışında bir şey sevmiştim. belki uzaydan düşmüştü. o kadar vahşiydi çünkü yeri geldiğinde. holly golightly 'asla vahşi şeyleri sevme, sen sevdikçe onlar güçlenir.' demişti. holly çok değişik bir kız anne. salak aslında. aslında salak değil, farkında değil sadece elinin altında ne var. neye sahip? kimse bunun farkında değil zaten.

neyse, konu çok dağıldı. ne diyordum anne? hah, ben kendimin, kırmızı çizgimin dışına çıkmıştım. 'asssslaaa yapmam! ' dediğim bir şeyi yapmıştım. hem sonra onun sevgilisinin yerine koyuyordum kendimi. o kız olsam çıldırırdım. yani eğer bilseydim. bilmiyor anne. sevgilisine aşık olduğumu biliyor, tanıyor beni, ama aramızda bunların geçtiğini bilmiyor. onu kaybetmemek için söylememiştir sevdiğim adam. adam demek aslında abartılı bir tabir, benden 2 yaş büyük sadece. hem zaten adam olup olmadığı konusunda çeşitli dedikodular duyuyorum, yani adam demesek de olur ona. ne desek bilmiyorum. adam desek, yok. damat desek, cıks. f.... , yok anne adını da söyleyemiyorum işte görüyorsun, hep takılıyorum. anne, ben hep takılıyorum, hep tökezliyorum. hem onu da eskisi gibi sevemiyorum artık. o benim tanıdığım biri değil artık çünkü. herkes de söylüyor bunu ona, 'değiştin sen.' diye. en yakınları bile. düşünsene en yakın arkadaşları ayrılsınlar diye bakıyorlar. aman ne örnek çift!

o kızı kıskanıyorum bazen anne. benden daha mı güzel diye düşünüyorum. hemen cevabı yapıştıracaksın, 'kendine bak kızım azcık, kendine baksan elalem de böyle davranmaz sana...' biliyorum seni. anne sen beni sevebiliyor musun böyle? ya da kimse kimseyi neden sevemiyor olduğu gibi? o, beni her halimle gördü. olabilecek en kötü hallerimi... o hallerimden sonra sevebilseydi beni, senin o akşam el bastırdığın kuran'ın üstüne yemin içerim ki ayrılmazdım ondan hiç.

o akşamı da hatırlıyorum anne, onu sorduğun akşamı. 'bak kızım, biriyle görüşüyorsan söyle de bilelim bize uygun mudur değil midir?'  ve ben sana bunların hiçbirini söyleyemem anne. bütün bu kelimeler, cümleler... şimdi yastığımın altında bıçak.

şimdi yastığım soğuk, serin ve tehlikeli. iyi geceler anne. iyi geceler, orada beni duyup da ses vermeyenler. ben sabaha kadar otururum ama ne olur sizin geceniz iyi geçsin... belki sabahına bana bir ses verirsiniz.

9 Şubat 2014 Pazar

göz kapaklarım yanıyor. çok kalıcı değilim bu gece. iki çiziktirip gidicem. çok merak ediyorum yazdıklarımı okuyan var mı? yoksa her gelen rastgele bir şekilde mi uğruyor buraya. yine merak ediyorum, hayat rastlantılardan mı ibaret, yoksa her şeyde belli bir plan, belli bir düzen mi var? gerçekten kader örüyor mu ağlarını?

bu soruyu sormamda beni yönlendiren şey şu son gecelerim. aslında dün gece. normalde çiziktirdiğim kağıtları hiç bir yerde ortada bırakmam, aksi gibi o akşam masanın üstünde unutmuşum. annem okudu ve tabiri caizse ağzıma sıçtı. en çok kızabileceği iki şeyi öğrendi. bağırdı, çağırdı, hayatım boyunca unutmayacağım bir şey söyledi bana: '...... gibi orospu mu olacaksın?' devamı klasiktir zaten, herkes tahmin eder. 'biz seni oralara okumaya gönderiyoruz, sürtmeye değil.'

hayatım boyunca unutmayacağım bunu. ruhumun bi yerine çakılmış en sağlam kazık. kendini uyanık zanneden, düşündüğü, hissettiği, yaptığı çok şeyi 'tepki alırım, onlar beni böyle bilmiyorlar.' düşüncesiyle saklayan kıza atılmış sağlam bir mariz, bir tokat. ama şevkat tokadı... neden şevkat tokadı ona sonra geleceğim ama, en azından şanslıyım. evet, şanslı olduğumu düşünüyorum.  ya annem şu en son iki senede neler yaşadığımı öğrenseydi? ya da bi altı sene öncesi? ölürdü eminim.

ben de karanlığımı ona anlatmaktansa, elimden geldiğince saklıyorum. karanlık denilebilir mi emin değilim, en azından bulanıklığımı... sanrılar içindeyim. duyduğumdan ve gördüğümden emin olamıyorum çoğu zaman. kendime, yeteneklerime (eğer varsa) hiç güvenmiyorum. arada sırada tatlı düşler gördüğüm de oluyor şunu yapıcam, bunu yapıcam diye bir sürü plan yapıyorum, çoğunu gerçekleştiremiyorum. burada yine devreye giriyor bunların hepsi kader mi sorusu? mesela dün akşamı yaşamak kaderim miydi? her zaman kurnaz olan ben, bu sefer eli kolu bağlanmış gibiydim. gördüm o kağıdı, alabilirdim, saklayabilirdim, ama bi boşvermişlik geldi üstüme 'amaaaan, boş ver, yazın çok kötü zaten, okuyamaz, bundan dolayı kağıtta okuyabileceği bir yer olsa bile okumaz...' dedim.

kendimi çok zeki zannediyormuşum anlaşılan. daha öncede söylemiştim, kendimizi en yenilmez, en külyutmaz zannettiğimiz anda yıkılıyorduk aslında. o zaman ağzımıza vuruyorlardı bi tane. şevkat tokadı demem işte bu yüzden. çok daha büyük bir açık verebilirdim. hem şimdi annemde affetti beni- gerçi hala affetmek gereken şeyler değildi o meseleler diye düşünüyorum ama- bugün o üzgün, neşesiz halimi görünce acıdı belki. ve benden öç almaya kalkmadı. eğer bunu yapacak olsa bütün aileye- teyzemler dedikoduları ilk yayacak olanlar- anlatırdı, beni rezil ederdi bütün aileye.

küçüklüğümden beri laf sokmalardan, üstü örtülü söylenenlerden hoşlanmam. her şey açık ve kesin olmalı.(duyduğuma ve gördüğüme güvenmiyorum demiştim. her zaman her şeyi yanlış anlama, bu yüzden duruma uygun davranmama ve bunun sonucunda rezil olmaktan korktuğum için böyledir belki bu.)

birine gıcıksam, tamamen olmalıyım, her şeyinden nefret etmeliyim. safi, tepeden tırnağa kötü olmalı. birini seviyorsam kötü özelliğini göremem mesela. ya da ben onu öyle kabul ediyorum der, ama içten içe onu değiştirme arzusuyla yanar tutuşur-um/-dum... neyse aile içindeki cezam da yukarıda bahsettiğim gibi olurdu, laf sokma, küçük düşürme. asla kıvrak bir zekam olmadığı için hiç cevap veremem böyle şeylere. hem sonra bunlardaki bir tehlike unsuru, çabucak lafından dönüverip, 'e ben sana şaka yapmıştım? :))' demek...

evet hayatımda nefret ettiğim üç şeyi saysam; lafının arkasında duramama, kendini beğenmişlik, ukalaca bilmişlik ( ben böylelerine 'yavşşşşak!' diyorum, tabi içimden. :) ) olurdu. söylememişimdir belki, böylelerini çok kolay bulup, başıma bela, gönlüme dert alabiliyorum. bu konuda tartışılmaz biçimde yetenekliyim.

yetenek demişken, yine sorucam bu soruyu, sormadan duramıyorum, bu yetenek gerçekten herhangi bir konuda normal bir insandan daha farklı şeyler üretebilmek becerisi mi yoksa sadece rastgele bazı yer ve zamanlarda, bir şeyleri daha iyi yapıyoruz?

neyse artık duramayacağım, gözlerim çok acıyor ağlamaktan. dün gece kendime, bu gece de edith'e ağladım. hazır arkada şu şarkı çalarken, bende gidip yatayım. kader veya rastlantı, daha günlerimin olduğunu hissediyorum çünkü. (bir not: umarım 'kader' doğru cevaptır ve uzuun uzun günlerim vardır geriye kalan...)

3 Şubat 2014 Pazartesi

çok sevmek üzerine... by Üşenen Adam

bu gece ben yazmıyorum, bulduğum harika bir yazarı paylaşıyorum. bakış açımı değiştirmekte faydası dokundu bana. yazının tam metnini burada paylaşıyorum, ayrıca linki de var: Çok Sevmek Üzerine- Üşenen Adam

Çok Sevmek Üzerine...

''Ben çok azılı bir mantık insanıyım. Bunu hayatımdaki insanlar çok iyi bilir, hatta ask.fm sayfamı ya da blogumu ziyaret edenler bile farkına varmış olabilir bu durumun. Öyle kendimi aşka kaptırmam mesela ben. Birini severim ama ona körü körüne bağlanmam çok zordur. Kimseye gözlerimi kapatıp da teslim olurcasına güvenmediğim gibi kimsenin de bana o kadar bağlanmasına izin vermem. Dozunda severim seversem, tadında, kararında severim birini. Kimseyi isteyerek üzmem, kimseyi olmayacak beklentilere sokup da oyalamam. Ne istediğimi iyi biliyorum hayatta, belki de bundandır. Belki de geçmişte yaşadığım bir travma yüzünden bağlanmaktan korkuyorumdur, bilemem. Ama deliler gibi sevip de hayal kırıklığına uğramıyorum en azından. Canım yanmıyor artık, kalbim kırılmıyor. Sevdiğim bir kız yüzünden mutsuz da olmuyorum. Herkesin şaşırdığı, bazen de -özellikle büyük hayal kırıklıklarından sonra- özendiği fakat çok az kişinin yapabildiği bir şey bu.
Birini platonik olarak manyakçasına sevmek, o kişiyi olduğundan çok daha muhteşem biriymiş gibi görmek ve onun kusurlarına karşı neredeyse tamamen kör olmak insanlara hep daha çekici geliyor. Neden hâlâ tam olarak bilmiyorum ama böyle bir hastalık var maalesef. Üstelik kültürden kültüre de çok fazla değişmiyor bu durum. Birini sevmekten çok, birini körü körüne sevmeyi, o sevginin kendisini seviyoruz belki. Bence doğduğumuz andan itibaren kanımızda dolaşan bir zehir değil bu, sadece öyle alıştırıldık, hepsi bu. Şarkılardan, müziklerden ve filmlerden öyle abartı bir aşk anlayışı pompalanıyor ki bize, sonunda olmayanı var zannetmeye başlıyoruz. Püskevit muamelesi yapıyoruz aşka.“Bizde niye yok?!” diyoruz. El ele gezen bir çift gördük mü hemen o çifti ultra mega mutlu zannediyoruz ve biz de aynısından istiyoruz. O adamın o kızla yandan askılı çanta takmasın diye bile elli kere kavga ettiğini falan görmüyoruz mesela. Biraz da algıda seçicilik meselesi bu. İnsan gördüğü kötü şeyleri görmezden gelmek istiyor ve sadece iyi şeylere odaklanıyor; dolayısıyla elimizde de çoğu zaman tozpembe şeyler kalıyor ister istemez.

Bana gelirsek… Eskiden böyle biri değildim ben. Çocukken bir kızı çok fazla sevmiştim. Onu o kadar körü körüne seviyordum ki ondan başka hiçbir şey düşünemez hale gelmiştim. İlkokulda tanımıştım onu; daha birbirimizi gördüğümüz ilk dakikadan itibaren birbirimizden ölesiye nefret etmiştik. Neredeyse tüm çocukluğumuz da birlikte ve kavga ederek geçti. O benim poğaçamı yere atıyordu beslenme arasında, ben onun saçını çekiyordum. Yaşımız büyüdükçe kavgalarımız azaldı, sonra ortak zevklerimiz bizi birbirimize bağladı ve sınıftaki diğer öğrencilerden kafa olarak koptuğumuzu fark edince birbirimizi yeniden keşfettik sanki. Herkesin Türkçe pop şarkılar dinlediği, türkü dinlediği bir ortamda biz Eminem, Teoman, Marilyn Manson, Red Hot Chili Peppers falan dinliyorduk. Benim mp3 çalan bir Discman’im vardı. O teneffüs aralarında benim sırama gelirdi, müzik dinlerdik beraber, Blue Jean okurduk.

O zaman fark ettim ona karşı olan hislerimi. Parmaklarımın uçları karıncalanırdı o yanıma gelince. Kalbim yerinden çıkacak gibi olurdu. Dışarıya karşı asla bozuntuya vermezdim ama içimde fırtınalar kopuyordu ona karşı. O da boş değildi bana karşı ve sonunda sevgili olduk. Birbirimizi öpene kadar kimseyi öpmemiştik henüz ve hiçbir şey de bilmiyorduk sevmeye dair. Gerçekten ikimiz de çocuktuk. Ama öyle bir zamandı ki, ne tam olarak çocuksun, ne de tam anlamıyla bir gençsin. Tam arada olunan bir yaştaydık ve çocuk olduğumuzu da kabul etmiyorduk artık. Birbirimiz için yaratılmışız, evleneceğiz ve çocuk yapacağız zannediyorduk. Hatta çocuğumuzun ismi için kavga bile ederdik. Ben Anadolu lisesinde okuyordum, o ise oturduğumuz yerdeki liseye gidiyordu. Her gün okuldan geldikten sonra apar topar üstümü değiştirip bir şeyler yedikten sonra onunla buluşurdum. Her gün, aynı saatte, aynı yerde beklerdi o beni ve annesi eve çağırana kadar benimle kalırdı. Harika bir çift değildik belki ama seviyorduk birbirimizi.
Lisenin hazırlık yılı bitti, birinci sınıfa geçtik. O zaman beni aldattığını öğrendim. Birkaç haftadır kendi okulunla benimle beraber bir ilişkisi daha varmış, beni soranlara da ayrıldık diyormuş. 14 yaşında bir çocuktum bunu yaşadığımda. İlk şoktan, aylar süren gözyaşları ve psikologlara “düşmelerden” sonra insanlara olan bütün güvenim kaybolmuştu artık. O espriler yapan eğlenceli Fatih gitmiş, yerine etrafta ruh gibi gezen, giyimine kuşamına hiç bakmayan ve karşı cinsle ilişkisini tamamen koparmış depresyonda bir ergen gelmişti. Telefonda saatlerce ona yalvardığımı hatırlıyorum bana dönmesi için. “Biz birbirimiz için yaratılmışız” diye ağlıyordum telefonda. “Olmaz” diyordu telefonun ucundaki ses. Telefonu kapattığında yapayalnız kalmıştım artık. Öyle bir boşluktu ki içimdeki, tarif edebilmek imkansız. Sanki bütün dünyada bir tek ben kalmıştım, o derece yalnız hissetmiştim kendimi. İçimdeki acı o kadar büyüktü ki, hiçbir arkadaşım içmiyorken sigara içmeye başladım. Hiçbir sigara markasını bilmiyordum, bakkala girdiğimde sadece dayımın yıllardır içtiği Chesterfield isimli sigara gözüme ilişmişti. “Abi bi tane Chesterfield” dedim, çekinerek. Adamın “Siktir lan, göt kadar çocuğa sigara mı içirttircez?! Kaybol!” deyip elinin tersini göstereceğini sanırken, “Light mı, normal mi?” diye sordu adam. Ulan light ne, normal ne? Kalorisi mi az?! İnanın bana onu bile bilmiyordum. Birkaç saniye düşünüp, adamın cevap beklediğini görünce “Nor-normal! Normal!” dedim apar topar. Adam sigarayı uzattı. “Bir tane de kibrit” dedim sonra. Onu da verdi, parasını ödeyip çıktım. Sonra sote bir yere geçip kaldırıma oturdum ve ilk sigaramı yaktım, öksürükler içinde çektim ilk fırtımı. Ciğerim yandıkça “İçeceksin! Amına koduğumun ciğeri seni! İçeceksin bunu! İç!” diye ciğerimi yumrukluyordum. Kendime eziyet ede ede birkaç dal sigarayı içtim orada. Sonra da uzuuun süreli bir tiryakilik maratonu başladı. (Nasıl bıraktığım ve bırakma tavsiyelerim şurada yazıyor.)
Berbat bir ruh haliydi o. Bir daha kimseyi sevebileceğimi zannetmiyordum. İnanın bana, bu ruh halini çok zor aştım ben. Aşk üzerine düşündüm kendime geldiğimde… Neden sevdiğimizi, neden birilerini sevmek istediğimizi sorguladım. Birine neden ihtiyaç duyarız, neden güvenmek isteriz diye sordum kendime. Bu konuda bilimden, psikolojiden yardım aldım; okudum, araştırdım ve bol bol düşündüm. Bir şeyi ayakların yere basarak sorgulayıp bazı sonuçlara ulaştığın zaman inanılmaz rahatlıyorsun. Ben o ruh halini suyun altında çırpınan ve boğulmak üzere olan bir adamın suyun üzerine çıktığında “HIIIIIIIIIĞĞĞĞĞ!” diye derin bir nefes alması ile anlatıyorum hep. Her şey gözünde daha net görünüyor o zaman. İşte o zaman karşı cinsten neler beklenebileceğini gördüm.
Gördüğüm şu: Karşı cinsten beklentilerinizi belirlemelisiniz önce. Şunu asla unutmayın: O bir erkekse, sizi öncelikle cinsellik açısından istiyordur. Lisedeki en tutucu gençler bile bunu belli bir yere kadar yaşıyor. Biz de liseye gittik oğlum, kimi kandırıyorsunuz? Yaşanmıyor diyen yalan söyler. Bir erkeğin bilinçaltı her zaman bir kadın bulmak ve tohumlarını dünyaya saçmak üzerine çalışır. Bir erkeğin en temel dürtüsü budur, bilmeden de olsa bir kadından beklediği şey de aslında budur. Erkeklere cinsellik istiyor diye küsme o yüzden. Çünkü o adam ve onun gibiler bunu deliler gibi istemese bugün sen olmazdın. Bir erkeğin bir kadını arzulamasının altında yatan içgüdü budur ve bu içgüdü insan neslinin devam etmesini sağlıyor. Bugün pandalar karşı cinse ilgi duymuyor ve insanlar pandalar çiftleşsin diye milyonlarca dolar para harcıyorlar. Kurulan dev tesislerde yaşayan bir avuç pandayı Viagra vererek, Panda pornosu ve hatta insan pornosu seyrettirerek seviştirmeye çalışıyor insanlar ve yılda bir iki tane Panda ancak ürüyor, üremiyor. İte kaka adamın neslini hayatta kalmaya uğraşıyor herifler. 1
Bu bahsettiğim olayın dünyadaki tek istisnası, cinselliğe zaten kolay ulaşabilen ve bir kadından öncelikli beklentisi bu olmayan kişilerdir. Bu insanlar için seks zaten kolay olduğu için onun sizden beklentisinin başka olduğundan ve artık gerçekten sevilmek istediğinden emin olabilirsiniz. En azından sıradan bir erkeğe göre size anlattıkları çok daha içtendir onun. Cinselliğe ulaşmak için sizi kandırıp sizi hayal kırıklığına uğratma oranı düşüktür. Diğer erkek hormonlarının etkisinde kalarak size yalan söyler ve sizden sıkıldığı ya da “daha iyisini” bulduğu zaman anında ona geçer. Geçemiyorsa, ikili, üçlü, dörtlü çalışır. Ben artık kimseye yalan söylemiyorum ve kimseyi hayal kırıklığına uğratmıyorum; ama hâlâ o sevgilimin travmaları üstümdeyken farklı iki kız için iki ayrı cep telefonu kullanıyordum. Artık bu saçmalıkları aştım ve kendimi çok daha olgun hissediyorum ama bir erkeğin beklentilerinin ve yapabileceklerinin neler olduğunu samimi bir şekilde anlatmak için verdim bu örneği.
Mesela ben sana kısaca erkekler ne ister anlatayım. Bir erkek önce -tıpkı karnını doyurmak ve su içmek istediği gibi- cinsellik ihtiyacını karşılamak ve hormonlarını dizginlemek ister. Bunların hepsini karşıladıktan sonra barınacak bir çatı ve kendine bakabilecek maddi durum arayışına girer. Bu adımdan sonra da ilgi görmek ve birilerine ilgi göstermek ister. Bunlar Maslow’un ihtiyaçlar teorisindeki adımlardır, yani tamamen bilimsel bir şeyden bahsediyorum. Bütün bunların üzerine sen, hormonlarının tamamen etkisi altında, üstelik daha sevmenin bile ne olduğunu bilmeyen tecrübesiz birinden bir Romeo olmasını bekliyorsun. Mümkün mü güzelim bu? Değil tabii ki. Şimdi ben anlatınca anlıyorsun mümkün olmadığını, farkına varıyorsun her şeyin ama kendi başına kaldığında muhtemelen yine aynı hatalara düşeceğini biliyorum ben. Bile bile ladesin ne zaman son bulacak, söyler misin bana?
Peki bu yazıyı okuyan bir erkek için ne yazabilirim? Dostum, inan ki bilmiyorum. 24 yaşındayım, 11-12 yıldır karşı cinsi anlamaya çalışıyorum ve hâlâ kadınları tam anlamıyla anlayabilmiş değilim. İşin kötüsü, onlar da kendilerini anlayabilmiş değiller. :) Kadınlar gerçekten erkeklere göre çok daha karmaşık varlıklar, labirent gibiler. İçlerine girince kayboluyorsun, onları çözmeye çalıştıkça daha da dağılıyorsun. Sen yüzde 100 güvenme, kendini tamamen onun kollarına bırakma, yeter. Sevme demiyorum, yine sev, ama insan gibi sev. İnsanın yeri geliyor annesi, babası çekip gidiyor; bazı anneler cami önüne falan bırakıyor bebekken çocuğunu, elin kızı ne diye koşulsuz şartsız sevsin seni? Bu hayatta her şey çıkar üzerinedir. Onun da ilgiye ihtiyacı var, ilgi göstermeye ihtiyacı var ve o da bunu karşılamak istiyor. Sana olan sevgisinin sebebi bu. “Bana ilgi gösterdiğin sürece sana ilgi gösteririm” demek gibi bir şey bu. Şimdi “Peki,” diyeceksin, “Neden cinselliği yaşamak istemiyorlar?” Çünkü çoğu kadın toplumda cinsellikten öcü gibi bahsedildiği için aseksüelleşmiş durumda, dolayısıyla cinsellik artık onlar için bastırılmış bir şey, bir korku unsuru haline gelmiş durumda. Dolayısıyla çoğu kadın cinsellik ihtiyaçlarının farkında değil. “Evlenince yaşarım, önemli olan sevmek” deyip geçiyor, merak etmiyor, çekiniyor. Tabii bu da psikolojisinin bozulmasına neden oluyor. Evlendikten sonra da bakıyorsun, vajinismus olmuş. Uğraş dur sonra. Pöf!
Sözün özü de şu: İnsan her hatasından bir şeyler öğreniyor. Her düşmek, yeni bir ayağa kalkış yaratıyor aslında. Bu yüzden o kıza hiç kızgın değilim. Yıllar sonra bir araya geldik ve bunları uzun uzun konuştuk zaten. “Çocuktuk” dedi, kalbimi kırdığı için özür diledi. Ben ise onu çoktan aşmıştım ve özür bile beklemiyordum artık. 14 yaşındaki Fatih ile 24 yaşındaki Fatih arasında o kadar çok fark var ki… Şimdi sen seviyorsun ve acı çekiyorsun ya hani. O acı illa ki hayatın bir döneminde yaşanıyor işte, yaşanmaması mümkün değil. Ticarete giren adamın batmasından, birine kefil olan adamın kazık yemesinden çok farklı bir durum değil bu. İnsan ilişkilerinde acemisin o sırada, dünyayı yeterince tanımıyorsun ve tecrüben de çok az; dolayısıyla hata yapman da çok doğal. Köpekler gibi sevip pişman olmak çok doğal. Önemli olan, o acıyı hafifletsin diye yeni bir insana delicesine bağlanmamak. “Ah canım, bazı erkekler hep böyle işte. Kıyamam sana. Sakın ağlama tamam mı? :(” diyen bir Meriç’in ilgisine aşık olup bir kazık da ondan yememek ya da gidenin ardından başka bir kıza bağlanıp hemen onu hayatınızın anlamı haline getirmeye çalışmamak önemli olan.
Birine çok fazla anlam yüklemeyin. Olanı görün, olanı sevin. Olmuyorsa çok zorlamayın, oluyorsa da hep olacakmış gibi kapılmayın. Ancak bu şekilde mutlu olabilirsiniz. Güvenin bana. Bu kadar ilişkiden ve hayal kırıklıklarımdan çıkardığım sonuç, özetle budur. ''

teşekkürler üşü :)

30 Ocak 2014 Perşembe

why pain? why not pain?

canım yanıyor. o deli çığlığı yine duyacak gibiyim. duyacak gibi derken gerçekten duyuyorum olarak algılanmasın. sadece o kadar acıyor ki içimde bi' yerler, o vahşet hissi o kadar güçlü ki, dünyamda tek karşılığı bu ses.

bilmiyorum neden, acıyı anlatırken direk olarak nasıl hissettirdiğini değil de, yanına onu karşılaştırabilecekleri, somutlaştırabilecekleri örnekler vermeyi tercih ediyorum okuyanlara. sanırım gerçekten anlaşılmayı istiyorum. sanırım gerçekten biri benimle acı çeksin, bana ne olduğunu tamamen anlasın ve belki bana yardım etsin istiyorum. NEDEN?

neden deliyim, neden acılardayım, neden yuvarlanıyor, içine dalıyor, karıştırıyor, ayrıştırıyor, unuttum sanıyor ve yanılıyorum... dağılan hep kendim oluyorum. iki dişi var içimde. biri küçük biri büyük. biri çocuk biri yaşlı. sevindiğimde, mutlu olduğumda içimdeki çocuk biraz daha büyüyor. güzel büyüyor, olgunlaşıyor acılaşmadan. ne güzel... o zaman yüzüne, gözüne bakılacak gibi oluyor, sevilecek gibi olmaya biraz daha yaklaşıyor. sevimli, uysal, munis, güleç, saf, kötü niyetsiz, eziyetsiz...

ancak dr.  jekyll ve mr. hyde' da olduğu gibi birden değişiyorum. üzüldüğümde. o kötü, yaşlı kadın geri geliyor. durmadan geri geliyor. ve her kırıldığımda gelişlerinin şiddeti, fırtınası daha da artıyor ve daha uzun bir zaman misafir oluyor bende. aynı çürümenin genç bir fidanda barınması gibi. büyümeden çöküyorum. kuruyorum, yüzüm hırstan ve sinirden delik deşik oluyor. gözlerimin feri, tenimin dokusu gidiyor. aynalara bakamıyorum bile. aynadaki o gözlerinin feri çökmüş -bazen kurnazlıkla parıldayan- yaşlı kötü kurda bakmak gelmiyor içimden.

her kırıldığımda ya da her değer verdiğim biri içimdeki o dikitlerin üstüne düşüp öldüğünde -kazık gibi düşünülebilir, kazığın üstüne düşmüşler gibi- çığlıklar, polis sirenleri, kötü ve yaşlı bir kadının kahkahası içimden dışarı taşıyor. siz duymuyor musunuz? fersiz gözümün bebeğine saklanmış ufacık bir ışıltı parlıyor, bağırıyor, hesap soruyor, neden bu kadar sağırsınız?

acaba aşk dediğim, seviyorum diye aradığım bir beyaz atlı prens mi? yoksa minimal biçimde tasarlanmış muayenehanesinde beyaz koltuğu ve entel gözlükleriyle bir psikolog mu? tamam anlaşılmak sevilmekten daha önemli belki ama ben neden normal değilim? ya da doğru soru şu olmalı, neden hala düzelmiyorum? benim kırıntı bile olsa hala umudum var hala düzelebileceğime, hala normal dediğimiz insanlardan olabileceğime... köşeye atılmış kırık kuklayım, parçalarımı içimdeki dikitlere bırakmışım ve hala belki tamir olurum diye bekliyorum. boşa. belki biri beni sever ve insana çevirir diye bekliyorum. ama o 'biri' diyebileceğim erkekler metreler öteden anormalliğimin, kırıklığımın kokusunu alıyorlar ve bana yaklaşmıyorlar bile. insan dediğin, dışlanmışlığın kokusunu hemen alır ve buna göre davranır. eğer bir kere düştüysen, sonuna kadar git. çünkü zaten gitmek zorundasın... belki daha hızlı ve acısız şekilde dibe vurmanı sağlar bu.

ondan sonrası, allah kerim...

selametle.

23 Ocak 2014 Perşembe

yaz dostum...

nasıl anlatılır bilmiyorum. küçümsemeden, çok da büyütmeden. yorgunluk, aşk. bu kavramlar üzerine söylenebilecek o kadar çok şey var ki. ama nasıl söylenir bilmiyorum. benim yazarken bütün amacım, hayatımdaki bişeyi kırmadan dökmeden yapmak. eksiksiz, kusursuz, çatlaksız. ama ben çatlakken, eksikken, kusurluyken nasıl olacak bu? hem çatlak dediysem de kafadan çatlak olarak almayın. ben çatlağım. aynı bir bardak gibi. hasar almışım. belki hala bir şeyler içilebilir benden, belki hala işe yarayabilirim, ama her an müsaitim daha kötü, daha kullanışsız olmaya. işlevsizliğe ve en sonunda yok oluşa.

ben hem var, hem yok olmak istiyorum. yok olayım, insanların zihinlerinden silineyim. var olayım, insanları düşünmeden, umursamadan. aynı çatlak bir bardak gibi. çatlak bardaklık insanı yoruyor. bardaksın, işlevin baki, ama insanlar sana güvenmiyor çatlaklığından dolayı. içinden su içilebildiğini, pirinç ölçülebildiğini görünce şaşırıyorlar. sen kendini kanıtlamaya çalışıyorsun seni atmamaları için raflarından, ama bu sadece yoruyor.

tabi seni çatlatan ne o da değerlendirilmeli. kıskançlık mı haset mi hırs mı? yoksa küçükken yediğin tokatlar mı? sevilmemen mi, anlaşılmaman mı, yalnızlığın mı? yalnızlık dedim de bak aklıma geldi, sakın ha sakın onun pençesine düşme, çünkü yalnızlık yalnızlığı doğuruyor. sonra ece abla'nın dediği gibi yalnız kaldığında kendinden bir tane daha doğuruyordun içinde, sana korkma desin diye. sonra o da, o da, o da... odalar dolusu sen oluyor ve sanırım hoş geldin şizofreni.

ama yine yalnızsın, çünkü biliyorsun, o odalar dolusu sen, aslında yoksunuz. sadece raflar dolusu çatlak bardaklarsınız. şu anda, çatlak bardaklar, yalnızlık ve aşkı içeren bir aforizma döşemem lazım buraya değil mi? 'aşk, aslında çatlak yalnız bir bardaktan su içmeye çalışmaktı...' vesaire.

vesaire kelimesi üzerine bir kaç kelime daha ekleyip konuyu iyice dağıtasım var, ama sonra ece'nin kendi kendini doğuran ve onlarla konuşan şizofren yalnızlıklarına döneriz diye çekiniyorum. o değil de, yazdıklarımın başıyla kıçı neden aynı düzlemde değil? neden lan?! bir şeyi de düzgün yapabilsem ne olur ki? olmaz. o zaman ne üstünde uğraşıp, kime neyi kanıtlamaya çalışacaksın sayın yazar f?

deşifre olasım var. bir kere oldum, salak muamelesi gördüm. oysa o hiç düşünmemişti belki benim yazarken kendimi daha iyi ifade edebildiğimi ve onu yeterince iyi tanıdığımı? onu iyi tanıyorum, merak duygusu, egosu ne kadar yüksek biliyorum. yazdıklarımı bulduğunda dünyanın en büyük keşfini yaptığını sandı ama başından beri bunun olmasına izin verdiğimi bilemezdi. kendini çok zeki sanan adamlar, işte en çok orada yanılırlar. tam da yenilmezim ben dediğin anda, ağzına vururlar bi tane. öyle kala kalırsın.

iki saattir konuşuyorum- yazıyorum, iki kere aşk demişim sadece. allahın hakkı üçtür, e ilkinde günahı olmaz, daha o zaman iki kere daha aşk diyebilirim. 4 eder. neden 4? hayatımda en uzak olduğum sayı 4. şeklini en çok beğendiğim de o ama... ya ben saçmalıyorum, aldırmıyorsunuz değil mi? ben kara gözlü bir adamın sigarasını içişine, gülüşüne yanıyorum. onun sevgilisiyle fotoğrafını gördüğümde yanındaki kıza değil, işaret parmağındaki yara bandına takılıyorum. tamamen saçmalıyorum. hayatımı çatlak bir bardak olmanın yorgunluğu, o kusurumun bana getirdiği eşsiz kusursuzluk duygusuyla yaşıyorum. çünkü benden başka çok azı çatlak. ya da bazıları yarasını göstermiyor el gibi gördüğüne ve herkesi el gibi görüyor.

beni el gibi görmeyin. beni atmayın raftan. hala yapacaklarım var. hala yazacaklarım var. ufaltmadan, azaltmadan, çoğaltmadan, çarpıtmadan... sadece dediğiniz şu olsun bana: ''yaz dostum...''

20 Ocak 2014 Pazartesi

saraka inima me

zavallı, aptal kalbim benim. zavallı, aptal bir kızın eline verdiler seni, sen de sonunda sahibine benzedin. benzemeseydin keşke, bari benden sağlam(!) kalan tek parça olan sen dursaydın, direnebilseydin gelen acılara karşı.

bana cevap versene, neden hep güçlü durmak bize düşüyor? ya da neden hasretliğe, gurbetliğe dayanmak bizi buluyor? bir yandan evimin hasreti, bir yandan senin asıl sahibinin özlemi. senin asıl sahibin ben değilim, dedim ya seni bana verdiler... seni bana gülüşü güzel, kıvır kıvır saçlı genç bir adam verdi. daha doğrusu senin sol göğsümün altında sadece kan pompalamak için orada olmadığını hatırlattı.

sen ne için varsın biliyor musun ey kalp? genç kızlara, kendi küçük, ama pençeleri kuvvetli bir kuş gibi tutunmak için varsın. onlar yuvan olur senin. ama o yuvada da hep üşür, titrersin. hatırla bunu, daha öncesinde neşeli bir bülbül olduğunu, sonra ağır, yavaş, ölmek üzere olan bir serçeye döndüğünü. senin artık güzelliğini kaybetmiş o ötüşlerin, ah'ların figanların, yardım isteyen çığlıkların sadece gözyaşı olarak çıkıyor dışarı.

senin titremelerin benim titremelerim artık. benimkilerde senin. ben o adama sarıldığımdan beri hiç bir şey ısıtmaya yetmiyor beni. korkarım soğuktan öleceksin. şimdiden soğumaya başladın, taşlaşıyorsun, ağırlaşıyorsun ve ben senin hissettiklerini bütün bedenimde duyuyorum. ölme ne olur diyemem, buna kimse dayanamazdı. başka birinin elini tutan bir adamın elini tutmak istemek... bu utanca hiç bir kuş dayanamazdı o güçsüz, gösterişsiz, 'kuş' haliyle. sen yine iyi dayandın.

derler ki gösterişsiz kuşlar daha dayanıklıdır zor şartlara. daha az farkedilirler avcılar tarafından. daha az yakalanırlar çünkü kimse onların gösterişsiz haliyle ilgilenmez, belki bende senin gibi olduğumdan bu güne kadar yaşadım. yine de ölmek istemem biliyorsun. çünkü biraz safça da olsa inanıyorum hala, güzel günler göreceğime. ama bu şehirden çekip gitmek istiyorum bi süreliğine. onun olduğu bir şehirde, onu görmeden yaşamak nasıl bir şey sen biliyor musun? işte bundan hep gitmelerim.

bu olacağına, en azından ona olan özlemimi gideremeyeceksem bile, evime giderim. sıcak sobamın başında oturur ısınmaya çalışırım. belki annemin şevkati sarar yaralarını da ikimizin. kendimi değil, seni düşünüyorum anlıyor musun? seni donmaktan kurtarabilirsem, belki dönüşte seni eski sahibine geri verebilirim. gücüm yeterse, utancımı aşabilirsem...

senin acılı ötüşün bir ezgi halinde çıkıyor dilimden:

saraka inima me (zavallı kalbim benim)
iar incepe-a ma dure (işte yine sızlıyor)
hai hai inima hai (ah kalbim ah)
la murte rele ma da (beni derinden yaralıyorsun)

14 Ocak 2014 Salı

iyiye gidiyor muyum?

   gidiyorum. her geçen gün. içinde boğulmak üzere olduğum o büyük denizin suyu azalmaya başladı artık. gün be gün azalıyor ama hala nefes almam için yeterli değil. parmaklarımın ucunda duruyorum, alabildiğim kadar derin nefes alıp dalıyorum bir süre. dünya zamanıyla bir kaç saat, suyun altında 30 saniye bile değil, ama tıpkı rekor denemesi yapacak sporcular gibi her seferinde daha iyisini yapmaya çalışıyorum. onu düşünmeden biraz daha uzun zaman geçirmeye çalışıyorum.

   iyi bir haber: bugün ilk defa odaklanma sorunu yaşamadan bir kitap okuyabildim. üstelik klasik türk müziğiyle ilgili, eski dilde yazılmış bir kitaptı bu. dede efendiyi anlatıyor, daha doğrusu hamamizade ismail efendinin nasıl mevlevi dergahına girdiğini, kendini yetiştirdiğini, çile doldurup 'dede efendi' oluşunu, saraya çağrılışını ve oradan izzet ikram görüşünü. devrinin en büyüğü olmuş, makamlar türetmiş (kar, ferahfeza, sultani-yegah, neveser...), nice eserler, ayinler bestelemiş ve...

 bir gün o da ölmüş tabi. o öldükten sonra arkasında bir sürü şaheser, yetenekli öğrenciler ve bir hayat hikayesi bırakmış. peki ya ben ne bırakacağım bir gün gittiğimde? offf, nereden geldim şimdi buraya? benim anlatmak istediğim başkaydı. ben hala yaşadığımı söylemeye çalışıyordum. öyle görünmese de.

  biliyorum, dışardan görenler pek iyi düşünmüyor. iyi de değildim zaten. her gece uykum eksik, her gece kararlı, sabahına halsiz ve o kararı sürdürmeye çalışmaktan yorgundum. hala öyleyim, sadece deniz çekiliyor.

  biraz daha fazla uyumaya başladım. uyutan ilaçlarla olan iki günlük ilişkimi kestim. ilk gece tamamen saçmalıktı, ikide yatmama rağmen, bir saat boyunca yatağın içinde döndüm durdum. sabahına beş defa yataktan kalkmaya, geri kalan saatleri de ayılmaya harcadım. bir de beden o kadar yorgun oluyor ki, hiçbir şey yapmaya mecali olmuyor insanın. beyin desen beyin.dll bulunamadı vaziyetinde. koyun gibi bakmak neymiş, aynada kendime bakarken anladım.

  ikinci ve son gün, yarım doz. bütün süreci baştan anlatmaya gerek yok. ağrı x2 diyeyim siz anlarsınız. ben de bıraktım. kimseye önermem bunu. dedim ya, deniz çekiliyor. su seviyesi azaldı, ancak hala baş edebileceğim bir seviyede değil. bekliyorum bende. illa ki deniz çekilecek, tabi ki şu anda bir mucize olup, denizin ikiye ayrılması ve öyle kalması çok işime yarardı. ama öyle asalı kahraman nerdeee? kim kaybetmiş ki ben bulayım?

  espri yapabildiğime, dalga geçebildiğime göre ya umursamıyorum, ya da umutsuzluk denizi'nin o kadar derin bir çukurundayım ki artık halime ağlamak yerine, suyun çekileceği zamana kadar eğlenmek daha cazip geliyor. hangisi bilmiyorum, ama bildiğim tek bir şey var, ben iyiye gidiyorum.

11 Ocak 2014 Cumartesi

uyuş, uyuş, uyuş.

beynimi uyuşturmak istiyorum. daha doğrusu hatırlamak, hissetmek, düşünmek... canımı yakacak her şeyden uzaklaşmak istiyorum. istiyorum ki düşünmeyeyim. hatırlamayayım o akşam ne olduğunu, hissettiklerimi, ya da düşünmeyeyim artık daha fazla bu yaptığımın sonuçları ne olacak diye? bu, onunla benim arasındaki mesafeyi nasıl etkiler, daha fazla uzaklaşabilir miyiz?

kafamda dönen sorular, görüntüler, sesler... çıldıracak gibiyim. içimde çığlık atan biri var. her strese girdiğimde duyuyorum o çığlık sesini. dehşet verici bir şey, sanki canından can kopartılıyormuş gibi bağırıyor içimden biri.

bazen merak ediyorum, sevmenin, aşık olmanın nedeni yalnızca hormonlar mı, yoksa gerçekten insanötesi bir şey mi var bunu sağlayan? eğer ilkiyse yaşasın, her türlü duygu yok edilebilir- değiştirilebilir böylece biraz çabayla. yok eğer insanüstü bir şeyse, sıçtık. tek ilacı zaman, o halde. merak ediyorum ne zaman kapanacak yaram? üstü açık kaldıkça mikrop kapıyor çünkü. üstünü kapatmak da bir seçim, ama neyle? arkadaşlar, aile, yeni biri? hiç birini kana bulamak istemem. bu  benim seçimimdi. ne yaptıysam kendim yaptım. şimdi kimi çamuruma, pisliğime bulaştırsam ona haksızlık.

geçecek biliyorum. ama diyorum ki bazen 'güçlü olmaya çalışmak, en zor sınav. başarıyla geçebilene ne mutlu.' ben bu sınavı geçerim. ne sınavlardan geçtim, bu bişey mi? değil. değil de, kabullenmek zor zanaat azizim. ne zaman ki kabullenmeyi öğrenirim, ne zaman aldırmamaya başlarım... o zaman bunu da geçtim demektir. bu sınavın da bana öğretecekleri var: saygı, mesela.

birinin hayatına, ilişkisine, seçimlerine saygı duymak, onu olduğu gibi kabullenmek. bunu yapabilmek için uyuşmam lazım. acıyı hisseden sinirleri kesip atmak lazım belki. bilmiyorum, şu an tek bildiğim odaklanmam gereken başka şeyler olduğu. sınavlarım mesela. beynimi acı kaynağı bir merkezden, bilgiyi alan, depolayan ve yeri geldiğinde kullanabilen bir yapıya dönüştürmem lazım. ben gideyim de bunun üstüne çalışayım biraz. siz okuyadurun, ben gelirim yine.

8 Ocak 2014 Çarşamba

bugün seni bile isteye bırakıyorum. bu zorunluydu artık. ne ben böyle yaşayabilirim daha fazla, ne de sen artık vicdan yapıp benim için üzülmelisin... seninkisi sadece vicdan, sigaranı yakıp da 'vaay be, ne yapmışım ben?' diye düşünmen bundan. 'bu işin içinden nasıl sıyrılırım?' demen de bundan. 'nasıl bu kızı kırmadan dökmeden, daha fazla yaralamadan uzaklaşırım ondan?' bunu düşünüyorsun eminim.

sülük gibiyim/dim. yapışkan, soluk yeşil, ıslak ve iğrenç. kanı emmeye, tutunduğunu tüketmeye çalışan bir canlı. sülükler değişmez dimi? mesela, bi tırtıl olmaz onlardan, olmayan tırtıllarda dönüşemez kelebeğe. değişemez. kelebek olmayınca, bir tanecik bile olmayınca olmaz. 'tek bir kelebekle aşk olmaz.' ben değişemem, ki tırtıl değilim, kelebek hiç değil. benim içimden naif, zarif ve güzel bir şeylerin çıkmasını bekleyemezsin, benim içim dışım zehir anca. irin ve kan.

kendime zararım var, sana olmasın bari. dayanamam.

bazen çok ah ediyorum, diyorum benim çektiklerimi bin beter çeksin, etrafındakiler boğsun onu, nefes alamasın. dünya başına yıkılsın da altından çıkamasın. sürüm sürüm sürünsün, bi damlacık su vereni olmasın. kendi kanının aktığını görsün, öldüğünü hissettsin. benim gibi. sonra düşünüyorum, bunların hepsini ben kendim yaptım. kendi kendime aşık oldum, kendi kendime dertlendim, o ne yaptı? sadece umursamadı. bana yalan söylemedi, beni aldatmadı. sadece umursamadı.

o umursamazlık benim yıkımım oldu zaten. aylardır sadece bir sessem, nefessem, kırık dökük bir heceysem bundan. elim titriyorsa, sana bakarken gözümün bebeği bile titriyorsa bundan. o umursanmama hissi hep benimle, bir bıçak gibi içimde saplı, nereye gitsem benimle. kime baksam kime konuşsam, hep orada sen varsın çünkü.

içimde siyah portakallar büyüyorsa bundan, adını söylemeye korkuyorsam bundan.

kabul et, ben delinin tekiyim. hiç kimse böyle sevmedi seni, sevemeyecek de... 'şahane bir aşk çoğu zaman harcanmış bir hayat demektir...' harcar mıydım hayatımı senin için? dizinin dibinde yanı başında, başka bir şeye gerek olmazdı. eskiden olsa bir saniye düşünmezdim. vereceğim cevabı biliyorsun... ama şimdi cevap değişti, ben de değişmek zorundayım. yaşamam gereken bir hayatım var.  hayat. kısa olmasına karşın ne kadar dolu bir kelime.

hayat dediğimde gözünde ne canlanıyor senin?  ben puslar içinde bir gökkuşağı görüyorum ve dibinde bir papatya sadece. belki senin 'hayat' yerine duyduğun acı bir iç çekiştir, bilemem. bilmeyi çok isterdim. biliyor musun, sevilmekten ve sevmekten daha önemli olan bir şey daha varsa o da anlaşılmaktır. senin beni sevmenden, bana aşık olmandan çok beni anladığını görmek isterim. insan düşmanının bile kendisini anladığını görmekten mutluluk duyar. hele ki sen beni anlıyorsan, anlamışsan...sen, hayatımı bu kadar çok dolduran sen. aynı anda hem düşmanımsın, hem taptığımsın. 'hayat' dendiğinde gözümün önüne senin yüzün gelecek artık.

gelmeyeceksin hiç. biliyorum bunu. gelmeye niyetin olmasın bile bir gün.

gelmemen, burada olmaman daha iyi hem. öldüğümü göreceksin. ipleri başka bir elde olan bir kukla gibi değiştiğimi göreceksin. daha umursamaz olucam, belki bazen görürsün yüzümün düştüğünü. sana bakarsam kafanı çevir. sevmenin utancını yalnız ben yaşamalıyım. utanç verici biliyor musun? başka birinin elini tutan bir adamın elini tutmayı istemek.

zaman benim iplerimi eline aldı. diyor ki, ben tükeniyorum, sen de tüken. zamanım az, yaşamalıyım. sonsuza kadar mutluluk rüya sadece. bana olacak olanlar şunlar: her ne kadar bitti desem de, gizli gizli bir süre daha sevmeye devam ederim seni. sonra seni daha az gördüğüm için, daha az düşünmeye başlarım. unuttum sanırım, sonra birden çıkarsın karşıma. artık seni gördüğümde hiçbir şey uyanmıyorsa içimde orada bir dur. demek ki işlem tamamlanmış, posam kalmış sadece. bir kaç ay sonra birisi için yine derim: 'seviyorum lan galiba.' sonra yine aynı şeyler. belki onun için de yazarım bir şeyler, buradan okur gülümsersin. 'vay be', 'annemden sonra beni en çok seven kadını kaybettim galiba.'

bitti canım. bitti artık. benim gibi birine değer verme sadece, yeter.

1 Ocak 2014 Çarşamba

uzun bir hastalıktan kalkmış gibiyim

bitti... dün akşamdan beri her şey bana bunu söylüyor. aslında onu tanımaya başladığım günden beri her şey bana bunu söylüyordu ama ben onları dinlemek zahmetine katlanmadım bile. kulağımı uzatıp, ne diyor bu insanlar? demedim hiç. kendi bildiğim yolda ilerledim. pişman mıyım? biraz. çünkü biliyorum, kötü tarafları olduğu kadar iyi tarafları da var. şimdi sonsuza kadar mahrumum mesela onun arkadaşlığından, dostluğundan, bana öğretebileceklerinden...

bazen diyorum ki keşke hiç kaptırmasaydım ona kendimi. gerçekten arkadaşı olmaya çalışsaydım, ya da onu umursamasaydım, o kadar yüksek bir değer biçmeseydim ona başta daha tanımadan, bunların hiç biri başıma gelmezdi. bu kadar acı çekmez, üzülmez, hayatı kendi kendime zehretmezdim. bişileri kanıtlamaya çalışmazdım, hayatı akışına bırakırdım.

şimdi kızıyorum kendime hatta, onu kaybettin. kendini de kaybettin, yolundan çıktın. eskisi gibi olamayacaksın asla. bencilleştin. hırslandın. diğerlerine benzedin. hayat bir suydu, kendi akışı vardı, bunu değiştirmeye çalıştın, tanrı rolüne soyundun. bittin sen. bazen dile geliyor aynalar, bittin kızım sen, şu saçlarının, ellerinin, yüzünün haline bak. stresten, hırstan delik deşik oldun. gözünün feri kaçtı, gülümsemen bile boş, yalancı.

uzun bir hastalıktan kalkmış gibiyim. kendimi yorgun hissediyorum. saçım başım dağınık, aklım karışık, tutuyorum kendimi onu aramamak için, herhangi bir şey söylememek için. 'bak, ben seni unutmaya çalışıyorum. farkındayım sevgilinin olduğunu. aynı zamanda farkındayım beni sevmediğini. bak bana! ben o kadar güçlüyüm ki 4 ayın sonunda seni unutabiliyorum, seni hayatımdan çıkarmaya hazırım, daha doğrusu bunu yapmak zorunda olduğumu biliyorum.'

fal mı baktırsam ne yapsam? hayatım boyunca inanmakla inanmamak arasında gittim bu konularda. inanmadım tanrı'dan başka birinin ileriki hayatımı görebileceğine. ama şu an öyle ihtiyacım var ki buna. ileri günlerin bilgisine yani. acım geçmiş olacak biliyorum ama ne zaman? onu unutucam ama bana kesin bi tarih verin. bileyim, kendimi ona göre ayarlayayım. gerçi beni hep bir şeyler için beklentiye girdiğimde kaybediyorum ya.

kaybetmeye alıştım. insan hep soruyor kendine eğer iki seferden fazla bişiler kaybetmişse hayatta ya da çocukluk dönemi iyi geçmemişse. ben de ikisi de var. benim çocukluk dönemim öyle ahım şahım geçmedi, belki de orada bir sıfır geriden başladığım için kaybettim bişileri. j. f. kennedy demiş ya 'kolay hayatlar için değil, daha güçlü insan olmak için dua edin.' diye. gerçi insan emin olamıyor da amerikan başkanının bunu söyleyeceğine, neyse işte. başkan değil de sanki kişisel gelişim uzmanı.

ben artık kolay bir hayat istiyorum. sabahtan akşama kadar bişiler için çabalamak yordu beni. hele emek sarfedip, başkalarının sırf senden daha iyi muhabbeti var ya da kaşı gözü senden daha güzel diye senin emeğini yiyebilmesi...

arada dönüp en baştakilere bakıyorum, bakalım konudan ne kadar uzaklaşabiliyorum diye. bu konuda iyiyim anlaşılan. :) benim tarzım bu ama, her şeyi dağıtıp gün be gün, sonra birden kafama esince toparlamak...

toparlayacak olursam, 19 yaşındayım ve bu kadar yorgun, bezmiş olmamama inanamıyorum. uzun süredir acı çekiyorum, şimdi ilk defa o acılari daha az hissediyorum. bu da beni bir hastalıktan kalkmışım, iyileşmek üzereymişim gibi hissettiriyor. bu kadar işte. of.