12 Nisan 2014 Cumartesi

vals

dansçılar karşı karşıya dizildiler. selam verildi, sonra başlandı dansa. boylara göre eşleştirme yapılmamıştı. kimse tanımıyordu eşini. ancak iki üç sıra ötesinde tanıdıklarını farkedip de selam verenler, hafifçe kafa sallayanlar, göz süzenler de işlerini bitirdikten sonra başlandı waltz'a.

viyana. valsin doğduğu yer. bol aydınlık, geniş ve iyi döşenmiş salonlar. kabarık etekli, beyaz tüllerden ibaret hanımlar ve onlara zıt olmaya söz vermiş gibi baştan aşağı siyaha bürünmüş beyler. bu atmosferi iyice anlamalısınız. çünkü ben onu ilk defa orada gördüm.

zıtlıklar... bütün şehir zıtlıklardan örülü gibiydi. bir yandan savaşın aldığı, yuttuğu insanların sefaleti, bir yandan elitlerin yavaşça, tadını çıkara çıkara, hiç ölmeyecekmiş gibi dans etmeleri. herkesin zamanı vardı, hiç kimsenin zamanı yoktu... ve tabi bütün bunlar nereden baktığınıza bağlıydı.

eğer şehrin güney yakasından bakarsanız- ki bakmaya bile vaktiniz olmazdı o zaman- koşturmak zorundaydınız. insanların durup ince şeylerle ilgilenecek hali yoktu. katarlar dolusu tren vardı çünkü. cepheden gelen yaralı askerler, yine cepheye gitmesi gereken cephane, yiyecek ve giyecekler, siperleri sağlamlaştırmak için kürekler, başka ülkelere gitmek isteyen yahudiler... şehrin güney yakası daha fazla komşuya kapı açtığı için mi bilinmez, durup dinlenmeye, valsin yavaş devinimini duymaya vakti olmayan insanlarla doluydu.

kuzey soğuktu biraz daha. nehirlerin ve göllerin sakinliği yetmezmiş gibi şehri ziyaret eden soğuk hava dalgaları tıpkı insanların güneyden gelmesi gibi kuzeyden giriş yapardı ülkeye. dağların insanlara değil, sırf rüzgarlara geçit verdiği tek yer orasıydı. sık görülmesine rağmen, kuzeyden gelen rüzgar izzet ve ikramla karşılanır, bir dediği iki edilmez, vals salonlarına kabul edilirdi.

bu şehirde iki farklı grup vardı. bunlar bazen birbirilerine hayatta kalabilmeleri için destek olurken, bazen de birbirilerini yemekte sakınca görmezdi. kuzey ve güney. elit ve varoş. vals ve... neyse. şehrin insanları hayatlarını vals ile tanımlarlardı. eğer dans edebiliyorsan, yaşıyorsun demekti bu.

eğer dans edebiliyorsan, smokinin ve uzun ağızlıklı sigaran, ülkenin güneyinde bir çiftliğin ve kuzeyinde de bir fabrikan, ama her şeyden önemlisi koluna girebileceğin, bir bahar çiçeği gibi kokan ve beyaz dantel elbisesiyle saçları yapılı bir eşin var demekti.

eğer bunlar yoksa vals de yapamazdın, ya da tam tersi.


-devam edecek-

eyvahlar olsun, kaptırdım gidiyorum...

bu gidiş pek hayra alamet değil. çok fena aşık oluyorum. ya da oldum bile, haberim yok. ya da sadece ilgi açlığından mı bu?


ben bu tarz soruları sürekli soruyorum/sorarım. hislerimi iyice araştırır, didiklerim derininde ne yattığını öğrenmek, asıl gerçek duygunun ne olduğunu bulmak için. insan bazen kendi bile bilemez derinlerinde ne olduğunu.

bende işte tam bunun için soruyorum. çünkü hata yapmaktan korkuyorum. hata derken, kastım şu, o'na yanlış yapmamak, kalbini kırmamak için. hissediyorum, hayat bana daha fazla şans vermeyecek mutlu olmak için. 19 yaşındayım, ama bu son şansım gibi geliyor.

eğer onu bulmasaydım, uzun zaman kimseyi sevemezdim. öyle bitkin ve yıkıktım ki... kendime değer vermiyordum, sevmiyordum bile. kendi varlığım rahatsız ediyordu beni. kendimi dünya üstünden kaldırıp atmak istiyordum. çok melodramatik olacak farkındayım ama belki sadece yalnız kalmamak için önüme çıkan ilk kişiye evet diyebilirdim.

sonra onu buldum. ve bu noktaya gelene kadar yaşadığım her şeye şükür ediyorum. iyi ki hayatıma girmişsin sevgilim. iyi ki...

7 Nisan 2014 Pazartesi

yemin ettim bi' gün kendime: içimde hiçbir şey kalmayacak söylenmedik. o gün bu gündür, hem kendime hem başkalarına dürüst olmaya çalışıyorum. başkalarının canı cehenneme aslında. ben bu dürüstlüğü sırf kendim için istiyorum.

neden? biliyorum sebebini, ama söylemem. daha değil. yeterince cesur değilim bazı şeyler için. sorumluğunu kaldıramayacağım kelimeler ağzımdan çıkmamalı. söz namustur. yazsan ya da sadece kulağından geçip gitse bile...

'seviyorum.' mesela. büyük laf. herkes söyleyemez. söylememeli. 'sana aşık oldum ben, o gece.' yazılmamalı eğer sorumluğu korkutucuysa, kaldırılabilecek bir şey değilse. 'korkuyorum.' karşındakini korkutabilirsin. dikkatli olmak lazım.

ben dikkatli davranmadım. şu son bir ayımı özenli yaşayamıyorum. dersler berbat, atölye? eh işte. ama şimdi hayatımda güzel gözlü bir adam var. ona kıyamam. dikkatli olmak zorundayım. onun için. o özveride bulunuyorsa benim için, ben de yapabilirim.

bazen düşünüyorum, beni seviyor mu cidden? birbirimizin her haline katlanabiliyor muyuz, katlanabilecek miyiz? tanışalı bir ay oldu, 5 gün sonrasında çıkmaya başladık. bu kadar hız korkutucu gelebilir. bana da geliyor.

bazen durup sadece nefes almak istiyorum, kafamdan hiçbir şey geçmeden. yapmam gereken ya da yapmamam gereken hiçbir şeyi düşünmeden. ama yolumu çizmek zorundayım. hayat beni beklemez çünkü, geriye düşsem umursamaz. milyonlarcamızı umursamadığı gibi.

yarınki sınavı düşünmesem mesela, ya da daha yapmadığım ödevimi, ya da hayatıma müdahil olmaya, 'şunu şöyle yap, bunu böyle yap.' diyen insanları umursamasam. kulağımın içinden geçen şarkılarla yaşayıp gitsem ya bir süre. kurtlara selam olsun mesela...

o çaladursun. ben kendimi toparlayayım. o kadar korkutucu bir hızla yaşıyorum ki her şeyi... içimde hiçbir şey kalmayacak demem de bundan. hayatın bir gün bitmesinden korkuyorum. biteceğini biliyorum. benim istediğim gibi bitmemesinden, onu kontrol edemeyecek olmamdan, hazırlıksız yakalanıp, rezil olacağımdan korkuyorum. hayattaki ve hayattan en büyük korkum bu: rezil olmak.

tüylerim takımı daha yeni gol atmış bir tribün gibi ayakta, sırtımda taşıdığım ürpertilerden bahsetmiyorum bile. hayat, kapımın önündeki kurt gibi. eğer kapıyı açmazsam kendi kıracak. bu yüzden o beni küçük düşürmeden ben kendimi yeriyor ve yargılıyorum. bu yüzden kendimle dalga geçiyor, beğenmiyor, dışlıyor, umursamıyor, yaralıyor ve daha fazla bıçak saplıyorum... ki başkalarının bıçakları beni acıtmasın diye.

konu çok dağıldı, farkındayım. dağılsın... neyim derli toplu? neyin kontrolü elimde ki? bu yüzden diyorum işte, içimde söylenmedik hiçbir şey kalmamalı diye. en azından bunu kontrol edebilmeliyim, di mi?