5 Mart 2016 Cumartesi

Tehlikeli Oyunlar

Kendimle bu oyunu oynamayı sevmeye başladım. Her kaybettiğimde baştan oynamayı da... Her seferinde baştan başlamanın getirdiği tazelik duygusunu da. Deniyorum. Her seferinde ustalaşıyorum. Her seferinde yeni bir beceri kazanıyorum. Bir oyun karakterini geliştirir gibiyim. Ama kendimi geliştiriyorum. Her baştan başladığımda kuralları gözden geçiriyorum, şartları da. Kendimi uyarlıyorum, daha doğrusu bunu nasıl yapacağımı öğreniyorum; 'Kendimi nasıl daha iyi yaparım?' Kendi gözümün önünde evrim geçiriyorum. Hepsi şunun için: kendimin en iyi versiyonuna ulaşmak... Beni tamamlanmış, mutlu hissettirecek, sonunda kendimi sevmemi sağlayacak bir halimi arıyorum, onu belki bulurum, belki bulamam.

Durduğum her duraktaki o gözden geçirme aşamasını seviyorum ben. ''Varılan yer değil, yolculuğun kendisidir önemli olan.'' Bunu derler ve ben her seferinde yalanlarım: 'Vardığımız yer önemli, ona nasıl ulaştığımız ve yolda neler yaşadığımız da iz bırakır, kabul. Ancak yolda ne yaşadığımız, yolculuk, sonunda insanlara anlatabileceğimiz bir hikayeye dönüşür.'

Ben insanlarla konuşmayı severim, onlara hikayeler de anlatırım, eğer dinlemeyi seçerlerse. Ancak yazarlar da olduğu gibi, benim de kaygılarım vardır dinlenilmeye dair. Kendimi daha iyi dinletmek, yol hikayemi daha ilginç kılmak için, gitmek istediğim yola değil de daha çok dikkat toplayıcı olduğunu düşündüğüm bir yere gidersem ya? (Yazar notu: Biz beş para etmez canlılarız ve dünyaya geldiğimiz andan beri tek istediğimiz şey ise dikkat çekmek. Yoksa neden İphone 6-7-8-9, işimizi gören bir HTC'den, Meizu 'dan daha kıymetli olsun?) Bu yüzden yolculuk süreci, benim için sadece  Odysseus'un eşi Penelope'ye anlattığı hikayeler gibidir. O ve Penelope yataklarındadırlar, hasret gidermişlerdir ve Penelope sorar: ''Anlat bakalım, ne tuttu seni bu kadar uzak, yerinden, yurdundan ve benden?'' Odysseus anlatır, anlatır, anlatır ve destanlar oluşur. Düşünürüm ben, ''Acaba Odysseus biraz da olsa süslemiş midir anlattığı hikayeleri, Penelope'ye daha iyi görünmek için?''

Ben yol hikayesi anlatmayı sevmem, ama anlatırım, gevezeyimdir biraz. Sadece konuşmak için konuşur, sessizliği bozmak için gürültü çıkarırım. ''O''ndan korkarım, hiç iyi duygular uyandırmaz bende. Çünkü kesin değildir, arkasından ne geleceğini asla bilemem.

Ama şunu bilirim, insan kendini yontmalı. Oyuna da her başladığımda kendimi yontarım biraz. Kendimin daha iyisini, daha güzelini yaratmak için. İnsanlara verebileceğim tek şey bu. Her insan dünyaya bir şeyler katmalı, madem geldik, en azından 'biz buradaydık.' diyelim. Bizden sonra gelenler bilsin.

Ben ancak kendimi sunarım. Bir de her durakta duyduğum tazelik ve 'yolculuğa daha yeni çıktım ben, daha önümde çok macera var.' duygusunu.

17 Haziran 2015 Çarşamba

boş zamanlarımda idam mahkumluğu yaptığım doğrudur

bu bekleyişim ölüm gibi. bekleyişin sonunda duyacağım karar mı yoksa, bu bekleme safhası mı daha korkunç, daha acı verici bilmiyorum. telefonun her titremesinde kalbim yerinden çıkıyor, şu ana kadar bütün atışlar karavana...

uzak mesafe ilişkisini beceremiyor muyum acaba? bilmiyorum. her sene bu sorunları yaşıyoruz. her sene yaz tatilinde bu sorun bi yüzeye çıkıyor. sürekli aynı şeyleri yapıyormuşum.

14 Haziran 2015 Pazar

kaldığımız yerden devam ediyoruz.

yaz tatillerinden nefret ettiğimin farkına vardım bugün. neden okulu sevdiğimin de farkına vardım. bugüne kadar hep sevdiğim insanlar okulumdaydı ve her yaz tatilinde onlardan ayrı kalıyordum / kalıyorum. ayrıca benim için okul özgürlük demek, bir iki saat için bile olsa, ailemden kimseden torum duymadan yaşayabiliyordum, hele 3 senedir bu özgürlüğe çok alıştım. üstelik, evde ilgimi çeken, yapılacak çok bir şey yok.

çalışmaya falan başlamam lazım, yoksa kafayı yiyeceğim çok açık.

arkadaşlarla da konuşmak iyi geliyor, ancak evde olduğum için yine açıktan açığa konuşamıyorum.

şimdi ben bunları yazarken sanki çalışma kampındaymış gibi gelebilir, ama aslında öyle bir ortam yok. sadece evde zaman, günleri geçirecek, kafamı dağıtacak hiç bir şey bulamıyorum. ayrıca sevgilimi ve adanadaki evimi özledim.

istediğim zaman odama çekilip yalnız kalabilmeyi de özledim. so, i hate yaz tatili.

13 Haziran 2015 Cumartesi

day one and i survived...

ailemin yanında olan günlerimin neşe içinde geçtiğini varsayabiliriz. gerçekten. beklediğim gibi bir baskı olmadı, sanki herkes büyüdüğümü kabullenmeye hazırmış gibi. konuştuğum zaman, hayallerimi anlattığımda destek oluyorlar, fikirlerime (ailemin her üyesi değil ama yine de bu konuda iyi bir gelişme var) saygı duyuyorlar. bu hiç olmasını ummadığım bir şeydi.

bir erkek arkadaşım olması hakkında da hiç kötü şeyler düşünmüyorlar. ailenin içinde sanki herkesin haberi varmış gibi. (babam, erkek kardeşim ve dayım hariç- aslında babam haricinde de kolay açılabilirim ama babama bu konuda açılmak için okulun bitmesini beklemek gerek sanırım.) mesela telefonumu uzun süre ortada bıraksam da kimsenin alıp bakacakmış gibi bir hali yok. (ancak yine de bırakmamaya çalışıyorum, tedbir. :) ) rahatım. huzurlu sayılırım.

ah bir de sevgilim yanımda olsaydı... onu evde o halde bıraktığım için çok üzgünüm. hele ki ben giderken uğurlayışı... kanapeye kendini bıraktığını gördüğüm anda içim gitti. yanına koşmamak için kendimi zor tuttum, koşsaydım biliyorum, bir daha eve dönmek istemeyecektim. bana bir kere söylediği gibi; 'senin evin benim yanım. hiç bir yere bırakmam.' benim evim onun yanı. ancak elimde değil, bu zorunlu tatile çıkmak zorundaydım.

şimdi kafam genelde onunla dolu olarak günleri geçirmeye çalışıyorum. 'başı ağrıyor mu yine?', 'ağrısı çok mudur acaba?' , 'ne yapıyordur ki yalnızken evde, insan sıkılır...' . şu an beraber olsaydık, o anımızı nasıl geçirirdik onu kuruyorum kafamda. mesela onu göğsüme ya da dizime yatırıp kitap okumayı daha sık yapsaydık keşke. ancak bir kere yapabildik.

ya da açık bir alana, çime, kıra gidip piknik yapardık ikimiz. gece çadırımızla gidip yıldızları izlerdik. beraber rakı içerdik, 'güzel rakı içilir seninle.' demişti. ben hiç rakı içmedim, şu an yanında olsam belki öğretirdi.

biraz daha iki kişilik şeyler yapardık... benimle hiç bisiklet sürmeye gelmedi mesela. giderdik. ya da bütün gün yataktan çıkmazdık. başı ağrıdığında nazlanırdı yine bana. onunla ilgilenirdim, çocuğum gibi, incitmeden, özenle ilgilenirdim.

neyse, daha fazla devam edersem ağlayacağım sanırım. ağlamasam daha iyi. şimdi bir başlarsam ağlamaya, daha 90 gün var, sonu gelmez.

9 Mayıs 2015 Cumartesi

neden yazmayı bıraktım?

başarabileceğime inanmayı bıraktım. yazmanın hatırlatıcı bir etkisi var, bu yüzden bıraktım. iyi tasvir yapamıyordum, bu yüzden de bıraktım. bilinç veriyordu, kendimle yarışmamı sağlıyordu, başkalarını çılgınca kıskanmamı sağlıyordu. kendimi büyük görmeme neden oluyordu. daha huzurlu bir hayat istediğim için bıraktım. kendimi yemek istemediğim için. kendimi yiyordum çünkü.

kendimi sürekli küçük görmek istemediğim için bıraktım. başarabileceğime inanmayı bırak, başarabileceğimi umut etmeyi bile istemediğim için bunu seçtim. ya da buna seçim değil de zorunluluk desek daha iyi olurdu. kendimi korumak zorundaydım. insanlar kendilerini korumak zorundadır. hayvanlarda kendilerini korumak zorundalardır. o zaman insan hayvandır.

mantık basit değil mi? hayır değildi. buna ulaşana kadar çok acı duymuştum. kendime kızıp, bana başkalarının küfretmelerini beklemiştim. ettiler. emin değilim, bilmiyorum. belki olmadı. en son yazdığımdan beri buraya, geçen süre bir rüyanın görülmesi kadar uzun ve kısaydı. ve bir rüya kadar puslu.

asıl söylemem gerekenin etrafında dönüp duruyorum, hadi bakalım.

yıllar sonrasını düşünüyordum; ah, sizi böyle keşfettiler demek. (flaş patlaması) hiç, bilmiyorduk bunu sayın seyirciler, yazarımızın evindeki bu sohbet ufkumuzu çok açtı. (flaş tekrardan.)

ben ünlü, başarılı ve dünyayı değiştirebilecek biri olabileceğime inanmıyorum artık. o yıldız kumaşından biçilmediğini biliyorum kader elbisemin.

sıradanlığımı daha fazla hazmedemeyeceğimi biliyordum. sıradan olduğumu bana hatırlatan şey, beceriksizliğimdi. bunu bilmemek için, bıraktım.

1 Haziran 2014 Pazar

biliyorum, onu şımartmamam gerekiyor. bu sefer gerçekten, bilerek, isteyerek, kasıtlı olarak onu şımartıyorum bu yazıyı yazarak. ne zaman görür, onu da bilmiyorum. bu sefer ki söylediklerim, yazdıklarım diğerkilerinden farklı. farklı, çünkü bilinçsiz bir şekilde yapıyordum bu işi.

onun için güzel bir şey söylesem, yüzüne normalden kısa bir süre uzun baksam, bir şeyler yazsam bile hep bana der: 'beni şımartma.' bu şımartılmama isteğinin arkasında ne olduğu da belli. korkuyor. kendini çok üstün görür de bir tarafları kalkar, sonra bunun zararını öncelikle ben, sonra o görür diye korkuyor. bana zarar vermemek için, 'bizi' bozmamak, parçalamamak adına yapıyor bunu. anlıyorum.

ama onun anlamadığı bir şey var: ben ne zaman aşık olsam, ne zaman birinin kokusuna, tenine, ruhuna tutulsam yağmura tutulmuş gibi, onun için hep bir şeyler yazarım. en kötü güzel bir şeyler söylerim ona, yüzüne biraz daha uzun bakarım, aklıma kazıyabilmek için. bilmiyorum, pek görülmüş şey değil kızların bunu yapması sanırım. hem ben bunları kendim için yaparım başta. ona olan susuzluğumu gidermek için, bir şeyler yapıp aşka, sevmeye layık olduğumu düşündüğüm için... belki de en önemlisi, yazarken kendimi iyi hissediyorum, parlak bir buluşum, güzel bir kurgum ya da gerçekten eşi bulunmaz bir benzetmem olduğunda kendimi olduğumdan biraz daha zeki hissediyorum ve bunu söyleyebilecek kadar aptalım belki. o yüzden bunları yazdım, bilmiyorum...

bildiğim tek bir şey varsa, o da şu, onunla bir ömrü çok güzel şekilde tamamlayıp, dünya üzerinde aşkın hala var olduğunu kanıtlamak istiyorum. belki birilerine umut olur diye. çünkü tam sevmekten vazgeçtiğim anda geldi o. ben o kadar yaralıyken, travmalar içindeyken sardı, sakinleştirdi beni. karşımda bir ayna olup, kendimi tanıttı bana. biraz daha büyüdüm.

kendime hiç güvenmezken güvenmeye başladım. yüzüme yabancıydım, o seviyor diye ben de kendimi sevmeye başladım. onun için sorumluluk aldım. annesi oldum yeri geldi, yeri geldi o benim için büyüdü. hayatımı bir oya gibi, bir sanat eseri gibi yavaş yavaş işledi ve buna devam ediyor.

fazla uzatmanın alemi yok gecenin bu saatinde, kısaca diyorum ki; beni sevmeye devam et. ve alış bazen şımartılmaya. bunu hakediyorsun.

eh, alışacak, değil mi?

12 Nisan 2014 Cumartesi

vals

dansçılar karşı karşıya dizildiler. selam verildi, sonra başlandı dansa. boylara göre eşleştirme yapılmamıştı. kimse tanımıyordu eşini. ancak iki üç sıra ötesinde tanıdıklarını farkedip de selam verenler, hafifçe kafa sallayanlar, göz süzenler de işlerini bitirdikten sonra başlandı waltz'a.

viyana. valsin doğduğu yer. bol aydınlık, geniş ve iyi döşenmiş salonlar. kabarık etekli, beyaz tüllerden ibaret hanımlar ve onlara zıt olmaya söz vermiş gibi baştan aşağı siyaha bürünmüş beyler. bu atmosferi iyice anlamalısınız. çünkü ben onu ilk defa orada gördüm.

zıtlıklar... bütün şehir zıtlıklardan örülü gibiydi. bir yandan savaşın aldığı, yuttuğu insanların sefaleti, bir yandan elitlerin yavaşça, tadını çıkara çıkara, hiç ölmeyecekmiş gibi dans etmeleri. herkesin zamanı vardı, hiç kimsenin zamanı yoktu... ve tabi bütün bunlar nereden baktığınıza bağlıydı.

eğer şehrin güney yakasından bakarsanız- ki bakmaya bile vaktiniz olmazdı o zaman- koşturmak zorundaydınız. insanların durup ince şeylerle ilgilenecek hali yoktu. katarlar dolusu tren vardı çünkü. cepheden gelen yaralı askerler, yine cepheye gitmesi gereken cephane, yiyecek ve giyecekler, siperleri sağlamlaştırmak için kürekler, başka ülkelere gitmek isteyen yahudiler... şehrin güney yakası daha fazla komşuya kapı açtığı için mi bilinmez, durup dinlenmeye, valsin yavaş devinimini duymaya vakti olmayan insanlarla doluydu.

kuzey soğuktu biraz daha. nehirlerin ve göllerin sakinliği yetmezmiş gibi şehri ziyaret eden soğuk hava dalgaları tıpkı insanların güneyden gelmesi gibi kuzeyden giriş yapardı ülkeye. dağların insanlara değil, sırf rüzgarlara geçit verdiği tek yer orasıydı. sık görülmesine rağmen, kuzeyden gelen rüzgar izzet ve ikramla karşılanır, bir dediği iki edilmez, vals salonlarına kabul edilirdi.

bu şehirde iki farklı grup vardı. bunlar bazen birbirilerine hayatta kalabilmeleri için destek olurken, bazen de birbirilerini yemekte sakınca görmezdi. kuzey ve güney. elit ve varoş. vals ve... neyse. şehrin insanları hayatlarını vals ile tanımlarlardı. eğer dans edebiliyorsan, yaşıyorsun demekti bu.

eğer dans edebiliyorsan, smokinin ve uzun ağızlıklı sigaran, ülkenin güneyinde bir çiftliğin ve kuzeyinde de bir fabrikan, ama her şeyden önemlisi koluna girebileceğin, bir bahar çiçeği gibi kokan ve beyaz dantel elbisesiyle saçları yapılı bir eşin var demekti.

eğer bunlar yoksa vals de yapamazdın, ya da tam tersi.


-devam edecek-