30 Ocak 2014 Perşembe

why pain? why not pain?

canım yanıyor. o deli çığlığı yine duyacak gibiyim. duyacak gibi derken gerçekten duyuyorum olarak algılanmasın. sadece o kadar acıyor ki içimde bi' yerler, o vahşet hissi o kadar güçlü ki, dünyamda tek karşılığı bu ses.

bilmiyorum neden, acıyı anlatırken direk olarak nasıl hissettirdiğini değil de, yanına onu karşılaştırabilecekleri, somutlaştırabilecekleri örnekler vermeyi tercih ediyorum okuyanlara. sanırım gerçekten anlaşılmayı istiyorum. sanırım gerçekten biri benimle acı çeksin, bana ne olduğunu tamamen anlasın ve belki bana yardım etsin istiyorum. NEDEN?

neden deliyim, neden acılardayım, neden yuvarlanıyor, içine dalıyor, karıştırıyor, ayrıştırıyor, unuttum sanıyor ve yanılıyorum... dağılan hep kendim oluyorum. iki dişi var içimde. biri küçük biri büyük. biri çocuk biri yaşlı. sevindiğimde, mutlu olduğumda içimdeki çocuk biraz daha büyüyor. güzel büyüyor, olgunlaşıyor acılaşmadan. ne güzel... o zaman yüzüne, gözüne bakılacak gibi oluyor, sevilecek gibi olmaya biraz daha yaklaşıyor. sevimli, uysal, munis, güleç, saf, kötü niyetsiz, eziyetsiz...

ancak dr.  jekyll ve mr. hyde' da olduğu gibi birden değişiyorum. üzüldüğümde. o kötü, yaşlı kadın geri geliyor. durmadan geri geliyor. ve her kırıldığımda gelişlerinin şiddeti, fırtınası daha da artıyor ve daha uzun bir zaman misafir oluyor bende. aynı çürümenin genç bir fidanda barınması gibi. büyümeden çöküyorum. kuruyorum, yüzüm hırstan ve sinirden delik deşik oluyor. gözlerimin feri, tenimin dokusu gidiyor. aynalara bakamıyorum bile. aynadaki o gözlerinin feri çökmüş -bazen kurnazlıkla parıldayan- yaşlı kötü kurda bakmak gelmiyor içimden.

her kırıldığımda ya da her değer verdiğim biri içimdeki o dikitlerin üstüne düşüp öldüğünde -kazık gibi düşünülebilir, kazığın üstüne düşmüşler gibi- çığlıklar, polis sirenleri, kötü ve yaşlı bir kadının kahkahası içimden dışarı taşıyor. siz duymuyor musunuz? fersiz gözümün bebeğine saklanmış ufacık bir ışıltı parlıyor, bağırıyor, hesap soruyor, neden bu kadar sağırsınız?

acaba aşk dediğim, seviyorum diye aradığım bir beyaz atlı prens mi? yoksa minimal biçimde tasarlanmış muayenehanesinde beyaz koltuğu ve entel gözlükleriyle bir psikolog mu? tamam anlaşılmak sevilmekten daha önemli belki ama ben neden normal değilim? ya da doğru soru şu olmalı, neden hala düzelmiyorum? benim kırıntı bile olsa hala umudum var hala düzelebileceğime, hala normal dediğimiz insanlardan olabileceğime... köşeye atılmış kırık kuklayım, parçalarımı içimdeki dikitlere bırakmışım ve hala belki tamir olurum diye bekliyorum. boşa. belki biri beni sever ve insana çevirir diye bekliyorum. ama o 'biri' diyebileceğim erkekler metreler öteden anormalliğimin, kırıklığımın kokusunu alıyorlar ve bana yaklaşmıyorlar bile. insan dediğin, dışlanmışlığın kokusunu hemen alır ve buna göre davranır. eğer bir kere düştüysen, sonuna kadar git. çünkü zaten gitmek zorundasın... belki daha hızlı ve acısız şekilde dibe vurmanı sağlar bu.

ondan sonrası, allah kerim...

selametle.

23 Ocak 2014 Perşembe

yaz dostum...

nasıl anlatılır bilmiyorum. küçümsemeden, çok da büyütmeden. yorgunluk, aşk. bu kavramlar üzerine söylenebilecek o kadar çok şey var ki. ama nasıl söylenir bilmiyorum. benim yazarken bütün amacım, hayatımdaki bişeyi kırmadan dökmeden yapmak. eksiksiz, kusursuz, çatlaksız. ama ben çatlakken, eksikken, kusurluyken nasıl olacak bu? hem çatlak dediysem de kafadan çatlak olarak almayın. ben çatlağım. aynı bir bardak gibi. hasar almışım. belki hala bir şeyler içilebilir benden, belki hala işe yarayabilirim, ama her an müsaitim daha kötü, daha kullanışsız olmaya. işlevsizliğe ve en sonunda yok oluşa.

ben hem var, hem yok olmak istiyorum. yok olayım, insanların zihinlerinden silineyim. var olayım, insanları düşünmeden, umursamadan. aynı çatlak bir bardak gibi. çatlak bardaklık insanı yoruyor. bardaksın, işlevin baki, ama insanlar sana güvenmiyor çatlaklığından dolayı. içinden su içilebildiğini, pirinç ölçülebildiğini görünce şaşırıyorlar. sen kendini kanıtlamaya çalışıyorsun seni atmamaları için raflarından, ama bu sadece yoruyor.

tabi seni çatlatan ne o da değerlendirilmeli. kıskançlık mı haset mi hırs mı? yoksa küçükken yediğin tokatlar mı? sevilmemen mi, anlaşılmaman mı, yalnızlığın mı? yalnızlık dedim de bak aklıma geldi, sakın ha sakın onun pençesine düşme, çünkü yalnızlık yalnızlığı doğuruyor. sonra ece abla'nın dediği gibi yalnız kaldığında kendinden bir tane daha doğuruyordun içinde, sana korkma desin diye. sonra o da, o da, o da... odalar dolusu sen oluyor ve sanırım hoş geldin şizofreni.

ama yine yalnızsın, çünkü biliyorsun, o odalar dolusu sen, aslında yoksunuz. sadece raflar dolusu çatlak bardaklarsınız. şu anda, çatlak bardaklar, yalnızlık ve aşkı içeren bir aforizma döşemem lazım buraya değil mi? 'aşk, aslında çatlak yalnız bir bardaktan su içmeye çalışmaktı...' vesaire.

vesaire kelimesi üzerine bir kaç kelime daha ekleyip konuyu iyice dağıtasım var, ama sonra ece'nin kendi kendini doğuran ve onlarla konuşan şizofren yalnızlıklarına döneriz diye çekiniyorum. o değil de, yazdıklarımın başıyla kıçı neden aynı düzlemde değil? neden lan?! bir şeyi de düzgün yapabilsem ne olur ki? olmaz. o zaman ne üstünde uğraşıp, kime neyi kanıtlamaya çalışacaksın sayın yazar f?

deşifre olasım var. bir kere oldum, salak muamelesi gördüm. oysa o hiç düşünmemişti belki benim yazarken kendimi daha iyi ifade edebildiğimi ve onu yeterince iyi tanıdığımı? onu iyi tanıyorum, merak duygusu, egosu ne kadar yüksek biliyorum. yazdıklarımı bulduğunda dünyanın en büyük keşfini yaptığını sandı ama başından beri bunun olmasına izin verdiğimi bilemezdi. kendini çok zeki sanan adamlar, işte en çok orada yanılırlar. tam da yenilmezim ben dediğin anda, ağzına vururlar bi tane. öyle kala kalırsın.

iki saattir konuşuyorum- yazıyorum, iki kere aşk demişim sadece. allahın hakkı üçtür, e ilkinde günahı olmaz, daha o zaman iki kere daha aşk diyebilirim. 4 eder. neden 4? hayatımda en uzak olduğum sayı 4. şeklini en çok beğendiğim de o ama... ya ben saçmalıyorum, aldırmıyorsunuz değil mi? ben kara gözlü bir adamın sigarasını içişine, gülüşüne yanıyorum. onun sevgilisiyle fotoğrafını gördüğümde yanındaki kıza değil, işaret parmağındaki yara bandına takılıyorum. tamamen saçmalıyorum. hayatımı çatlak bir bardak olmanın yorgunluğu, o kusurumun bana getirdiği eşsiz kusursuzluk duygusuyla yaşıyorum. çünkü benden başka çok azı çatlak. ya da bazıları yarasını göstermiyor el gibi gördüğüne ve herkesi el gibi görüyor.

beni el gibi görmeyin. beni atmayın raftan. hala yapacaklarım var. hala yazacaklarım var. ufaltmadan, azaltmadan, çoğaltmadan, çarpıtmadan... sadece dediğiniz şu olsun bana: ''yaz dostum...''

20 Ocak 2014 Pazartesi

saraka inima me

zavallı, aptal kalbim benim. zavallı, aptal bir kızın eline verdiler seni, sen de sonunda sahibine benzedin. benzemeseydin keşke, bari benden sağlam(!) kalan tek parça olan sen dursaydın, direnebilseydin gelen acılara karşı.

bana cevap versene, neden hep güçlü durmak bize düşüyor? ya da neden hasretliğe, gurbetliğe dayanmak bizi buluyor? bir yandan evimin hasreti, bir yandan senin asıl sahibinin özlemi. senin asıl sahibin ben değilim, dedim ya seni bana verdiler... seni bana gülüşü güzel, kıvır kıvır saçlı genç bir adam verdi. daha doğrusu senin sol göğsümün altında sadece kan pompalamak için orada olmadığını hatırlattı.

sen ne için varsın biliyor musun ey kalp? genç kızlara, kendi küçük, ama pençeleri kuvvetli bir kuş gibi tutunmak için varsın. onlar yuvan olur senin. ama o yuvada da hep üşür, titrersin. hatırla bunu, daha öncesinde neşeli bir bülbül olduğunu, sonra ağır, yavaş, ölmek üzere olan bir serçeye döndüğünü. senin artık güzelliğini kaybetmiş o ötüşlerin, ah'ların figanların, yardım isteyen çığlıkların sadece gözyaşı olarak çıkıyor dışarı.

senin titremelerin benim titremelerim artık. benimkilerde senin. ben o adama sarıldığımdan beri hiç bir şey ısıtmaya yetmiyor beni. korkarım soğuktan öleceksin. şimdiden soğumaya başladın, taşlaşıyorsun, ağırlaşıyorsun ve ben senin hissettiklerini bütün bedenimde duyuyorum. ölme ne olur diyemem, buna kimse dayanamazdı. başka birinin elini tutan bir adamın elini tutmak istemek... bu utanca hiç bir kuş dayanamazdı o güçsüz, gösterişsiz, 'kuş' haliyle. sen yine iyi dayandın.

derler ki gösterişsiz kuşlar daha dayanıklıdır zor şartlara. daha az farkedilirler avcılar tarafından. daha az yakalanırlar çünkü kimse onların gösterişsiz haliyle ilgilenmez, belki bende senin gibi olduğumdan bu güne kadar yaşadım. yine de ölmek istemem biliyorsun. çünkü biraz safça da olsa inanıyorum hala, güzel günler göreceğime. ama bu şehirden çekip gitmek istiyorum bi süreliğine. onun olduğu bir şehirde, onu görmeden yaşamak nasıl bir şey sen biliyor musun? işte bundan hep gitmelerim.

bu olacağına, en azından ona olan özlemimi gideremeyeceksem bile, evime giderim. sıcak sobamın başında oturur ısınmaya çalışırım. belki annemin şevkati sarar yaralarını da ikimizin. kendimi değil, seni düşünüyorum anlıyor musun? seni donmaktan kurtarabilirsem, belki dönüşte seni eski sahibine geri verebilirim. gücüm yeterse, utancımı aşabilirsem...

senin acılı ötüşün bir ezgi halinde çıkıyor dilimden:

saraka inima me (zavallı kalbim benim)
iar incepe-a ma dure (işte yine sızlıyor)
hai hai inima hai (ah kalbim ah)
la murte rele ma da (beni derinden yaralıyorsun)

14 Ocak 2014 Salı

iyiye gidiyor muyum?

   gidiyorum. her geçen gün. içinde boğulmak üzere olduğum o büyük denizin suyu azalmaya başladı artık. gün be gün azalıyor ama hala nefes almam için yeterli değil. parmaklarımın ucunda duruyorum, alabildiğim kadar derin nefes alıp dalıyorum bir süre. dünya zamanıyla bir kaç saat, suyun altında 30 saniye bile değil, ama tıpkı rekor denemesi yapacak sporcular gibi her seferinde daha iyisini yapmaya çalışıyorum. onu düşünmeden biraz daha uzun zaman geçirmeye çalışıyorum.

   iyi bir haber: bugün ilk defa odaklanma sorunu yaşamadan bir kitap okuyabildim. üstelik klasik türk müziğiyle ilgili, eski dilde yazılmış bir kitaptı bu. dede efendiyi anlatıyor, daha doğrusu hamamizade ismail efendinin nasıl mevlevi dergahına girdiğini, kendini yetiştirdiğini, çile doldurup 'dede efendi' oluşunu, saraya çağrılışını ve oradan izzet ikram görüşünü. devrinin en büyüğü olmuş, makamlar türetmiş (kar, ferahfeza, sultani-yegah, neveser...), nice eserler, ayinler bestelemiş ve...

 bir gün o da ölmüş tabi. o öldükten sonra arkasında bir sürü şaheser, yetenekli öğrenciler ve bir hayat hikayesi bırakmış. peki ya ben ne bırakacağım bir gün gittiğimde? offf, nereden geldim şimdi buraya? benim anlatmak istediğim başkaydı. ben hala yaşadığımı söylemeye çalışıyordum. öyle görünmese de.

  biliyorum, dışardan görenler pek iyi düşünmüyor. iyi de değildim zaten. her gece uykum eksik, her gece kararlı, sabahına halsiz ve o kararı sürdürmeye çalışmaktan yorgundum. hala öyleyim, sadece deniz çekiliyor.

  biraz daha fazla uyumaya başladım. uyutan ilaçlarla olan iki günlük ilişkimi kestim. ilk gece tamamen saçmalıktı, ikide yatmama rağmen, bir saat boyunca yatağın içinde döndüm durdum. sabahına beş defa yataktan kalkmaya, geri kalan saatleri de ayılmaya harcadım. bir de beden o kadar yorgun oluyor ki, hiçbir şey yapmaya mecali olmuyor insanın. beyin desen beyin.dll bulunamadı vaziyetinde. koyun gibi bakmak neymiş, aynada kendime bakarken anladım.

  ikinci ve son gün, yarım doz. bütün süreci baştan anlatmaya gerek yok. ağrı x2 diyeyim siz anlarsınız. ben de bıraktım. kimseye önermem bunu. dedim ya, deniz çekiliyor. su seviyesi azaldı, ancak hala baş edebileceğim bir seviyede değil. bekliyorum bende. illa ki deniz çekilecek, tabi ki şu anda bir mucize olup, denizin ikiye ayrılması ve öyle kalması çok işime yarardı. ama öyle asalı kahraman nerdeee? kim kaybetmiş ki ben bulayım?

  espri yapabildiğime, dalga geçebildiğime göre ya umursamıyorum, ya da umutsuzluk denizi'nin o kadar derin bir çukurundayım ki artık halime ağlamak yerine, suyun çekileceği zamana kadar eğlenmek daha cazip geliyor. hangisi bilmiyorum, ama bildiğim tek bir şey var, ben iyiye gidiyorum.

11 Ocak 2014 Cumartesi

uyuş, uyuş, uyuş.

beynimi uyuşturmak istiyorum. daha doğrusu hatırlamak, hissetmek, düşünmek... canımı yakacak her şeyden uzaklaşmak istiyorum. istiyorum ki düşünmeyeyim. hatırlamayayım o akşam ne olduğunu, hissettiklerimi, ya da düşünmeyeyim artık daha fazla bu yaptığımın sonuçları ne olacak diye? bu, onunla benim arasındaki mesafeyi nasıl etkiler, daha fazla uzaklaşabilir miyiz?

kafamda dönen sorular, görüntüler, sesler... çıldıracak gibiyim. içimde çığlık atan biri var. her strese girdiğimde duyuyorum o çığlık sesini. dehşet verici bir şey, sanki canından can kopartılıyormuş gibi bağırıyor içimden biri.

bazen merak ediyorum, sevmenin, aşık olmanın nedeni yalnızca hormonlar mı, yoksa gerçekten insanötesi bir şey mi var bunu sağlayan? eğer ilkiyse yaşasın, her türlü duygu yok edilebilir- değiştirilebilir böylece biraz çabayla. yok eğer insanüstü bir şeyse, sıçtık. tek ilacı zaman, o halde. merak ediyorum ne zaman kapanacak yaram? üstü açık kaldıkça mikrop kapıyor çünkü. üstünü kapatmak da bir seçim, ama neyle? arkadaşlar, aile, yeni biri? hiç birini kana bulamak istemem. bu  benim seçimimdi. ne yaptıysam kendim yaptım. şimdi kimi çamuruma, pisliğime bulaştırsam ona haksızlık.

geçecek biliyorum. ama diyorum ki bazen 'güçlü olmaya çalışmak, en zor sınav. başarıyla geçebilene ne mutlu.' ben bu sınavı geçerim. ne sınavlardan geçtim, bu bişey mi? değil. değil de, kabullenmek zor zanaat azizim. ne zaman ki kabullenmeyi öğrenirim, ne zaman aldırmamaya başlarım... o zaman bunu da geçtim demektir. bu sınavın da bana öğretecekleri var: saygı, mesela.

birinin hayatına, ilişkisine, seçimlerine saygı duymak, onu olduğu gibi kabullenmek. bunu yapabilmek için uyuşmam lazım. acıyı hisseden sinirleri kesip atmak lazım belki. bilmiyorum, şu an tek bildiğim odaklanmam gereken başka şeyler olduğu. sınavlarım mesela. beynimi acı kaynağı bir merkezden, bilgiyi alan, depolayan ve yeri geldiğinde kullanabilen bir yapıya dönüştürmem lazım. ben gideyim de bunun üstüne çalışayım biraz. siz okuyadurun, ben gelirim yine.

8 Ocak 2014 Çarşamba

bugün seni bile isteye bırakıyorum. bu zorunluydu artık. ne ben böyle yaşayabilirim daha fazla, ne de sen artık vicdan yapıp benim için üzülmelisin... seninkisi sadece vicdan, sigaranı yakıp da 'vaay be, ne yapmışım ben?' diye düşünmen bundan. 'bu işin içinden nasıl sıyrılırım?' demen de bundan. 'nasıl bu kızı kırmadan dökmeden, daha fazla yaralamadan uzaklaşırım ondan?' bunu düşünüyorsun eminim.

sülük gibiyim/dim. yapışkan, soluk yeşil, ıslak ve iğrenç. kanı emmeye, tutunduğunu tüketmeye çalışan bir canlı. sülükler değişmez dimi? mesela, bi tırtıl olmaz onlardan, olmayan tırtıllarda dönüşemez kelebeğe. değişemez. kelebek olmayınca, bir tanecik bile olmayınca olmaz. 'tek bir kelebekle aşk olmaz.' ben değişemem, ki tırtıl değilim, kelebek hiç değil. benim içimden naif, zarif ve güzel bir şeylerin çıkmasını bekleyemezsin, benim içim dışım zehir anca. irin ve kan.

kendime zararım var, sana olmasın bari. dayanamam.

bazen çok ah ediyorum, diyorum benim çektiklerimi bin beter çeksin, etrafındakiler boğsun onu, nefes alamasın. dünya başına yıkılsın da altından çıkamasın. sürüm sürüm sürünsün, bi damlacık su vereni olmasın. kendi kanının aktığını görsün, öldüğünü hissettsin. benim gibi. sonra düşünüyorum, bunların hepsini ben kendim yaptım. kendi kendime aşık oldum, kendi kendime dertlendim, o ne yaptı? sadece umursamadı. bana yalan söylemedi, beni aldatmadı. sadece umursamadı.

o umursamazlık benim yıkımım oldu zaten. aylardır sadece bir sessem, nefessem, kırık dökük bir heceysem bundan. elim titriyorsa, sana bakarken gözümün bebeği bile titriyorsa bundan. o umursanmama hissi hep benimle, bir bıçak gibi içimde saplı, nereye gitsem benimle. kime baksam kime konuşsam, hep orada sen varsın çünkü.

içimde siyah portakallar büyüyorsa bundan, adını söylemeye korkuyorsam bundan.

kabul et, ben delinin tekiyim. hiç kimse böyle sevmedi seni, sevemeyecek de... 'şahane bir aşk çoğu zaman harcanmış bir hayat demektir...' harcar mıydım hayatımı senin için? dizinin dibinde yanı başında, başka bir şeye gerek olmazdı. eskiden olsa bir saniye düşünmezdim. vereceğim cevabı biliyorsun... ama şimdi cevap değişti, ben de değişmek zorundayım. yaşamam gereken bir hayatım var.  hayat. kısa olmasına karşın ne kadar dolu bir kelime.

hayat dediğimde gözünde ne canlanıyor senin?  ben puslar içinde bir gökkuşağı görüyorum ve dibinde bir papatya sadece. belki senin 'hayat' yerine duyduğun acı bir iç çekiştir, bilemem. bilmeyi çok isterdim. biliyor musun, sevilmekten ve sevmekten daha önemli olan bir şey daha varsa o da anlaşılmaktır. senin beni sevmenden, bana aşık olmandan çok beni anladığını görmek isterim. insan düşmanının bile kendisini anladığını görmekten mutluluk duyar. hele ki sen beni anlıyorsan, anlamışsan...sen, hayatımı bu kadar çok dolduran sen. aynı anda hem düşmanımsın, hem taptığımsın. 'hayat' dendiğinde gözümün önüne senin yüzün gelecek artık.

gelmeyeceksin hiç. biliyorum bunu. gelmeye niyetin olmasın bile bir gün.

gelmemen, burada olmaman daha iyi hem. öldüğümü göreceksin. ipleri başka bir elde olan bir kukla gibi değiştiğimi göreceksin. daha umursamaz olucam, belki bazen görürsün yüzümün düştüğünü. sana bakarsam kafanı çevir. sevmenin utancını yalnız ben yaşamalıyım. utanç verici biliyor musun? başka birinin elini tutan bir adamın elini tutmayı istemek.

zaman benim iplerimi eline aldı. diyor ki, ben tükeniyorum, sen de tüken. zamanım az, yaşamalıyım. sonsuza kadar mutluluk rüya sadece. bana olacak olanlar şunlar: her ne kadar bitti desem de, gizli gizli bir süre daha sevmeye devam ederim seni. sonra seni daha az gördüğüm için, daha az düşünmeye başlarım. unuttum sanırım, sonra birden çıkarsın karşıma. artık seni gördüğümde hiçbir şey uyanmıyorsa içimde orada bir dur. demek ki işlem tamamlanmış, posam kalmış sadece. bir kaç ay sonra birisi için yine derim: 'seviyorum lan galiba.' sonra yine aynı şeyler. belki onun için de yazarım bir şeyler, buradan okur gülümsersin. 'vay be', 'annemden sonra beni en çok seven kadını kaybettim galiba.'

bitti canım. bitti artık. benim gibi birine değer verme sadece, yeter.

1 Ocak 2014 Çarşamba

uzun bir hastalıktan kalkmış gibiyim

bitti... dün akşamdan beri her şey bana bunu söylüyor. aslında onu tanımaya başladığım günden beri her şey bana bunu söylüyordu ama ben onları dinlemek zahmetine katlanmadım bile. kulağımı uzatıp, ne diyor bu insanlar? demedim hiç. kendi bildiğim yolda ilerledim. pişman mıyım? biraz. çünkü biliyorum, kötü tarafları olduğu kadar iyi tarafları da var. şimdi sonsuza kadar mahrumum mesela onun arkadaşlığından, dostluğundan, bana öğretebileceklerinden...

bazen diyorum ki keşke hiç kaptırmasaydım ona kendimi. gerçekten arkadaşı olmaya çalışsaydım, ya da onu umursamasaydım, o kadar yüksek bir değer biçmeseydim ona başta daha tanımadan, bunların hiç biri başıma gelmezdi. bu kadar acı çekmez, üzülmez, hayatı kendi kendime zehretmezdim. bişileri kanıtlamaya çalışmazdım, hayatı akışına bırakırdım.

şimdi kızıyorum kendime hatta, onu kaybettin. kendini de kaybettin, yolundan çıktın. eskisi gibi olamayacaksın asla. bencilleştin. hırslandın. diğerlerine benzedin. hayat bir suydu, kendi akışı vardı, bunu değiştirmeye çalıştın, tanrı rolüne soyundun. bittin sen. bazen dile geliyor aynalar, bittin kızım sen, şu saçlarının, ellerinin, yüzünün haline bak. stresten, hırstan delik deşik oldun. gözünün feri kaçtı, gülümsemen bile boş, yalancı.

uzun bir hastalıktan kalkmış gibiyim. kendimi yorgun hissediyorum. saçım başım dağınık, aklım karışık, tutuyorum kendimi onu aramamak için, herhangi bir şey söylememek için. 'bak, ben seni unutmaya çalışıyorum. farkındayım sevgilinin olduğunu. aynı zamanda farkındayım beni sevmediğini. bak bana! ben o kadar güçlüyüm ki 4 ayın sonunda seni unutabiliyorum, seni hayatımdan çıkarmaya hazırım, daha doğrusu bunu yapmak zorunda olduğumu biliyorum.'

fal mı baktırsam ne yapsam? hayatım boyunca inanmakla inanmamak arasında gittim bu konularda. inanmadım tanrı'dan başka birinin ileriki hayatımı görebileceğine. ama şu an öyle ihtiyacım var ki buna. ileri günlerin bilgisine yani. acım geçmiş olacak biliyorum ama ne zaman? onu unutucam ama bana kesin bi tarih verin. bileyim, kendimi ona göre ayarlayayım. gerçi beni hep bir şeyler için beklentiye girdiğimde kaybediyorum ya.

kaybetmeye alıştım. insan hep soruyor kendine eğer iki seferden fazla bişiler kaybetmişse hayatta ya da çocukluk dönemi iyi geçmemişse. ben de ikisi de var. benim çocukluk dönemim öyle ahım şahım geçmedi, belki de orada bir sıfır geriden başladığım için kaybettim bişileri. j. f. kennedy demiş ya 'kolay hayatlar için değil, daha güçlü insan olmak için dua edin.' diye. gerçi insan emin olamıyor da amerikan başkanının bunu söyleyeceğine, neyse işte. başkan değil de sanki kişisel gelişim uzmanı.

ben artık kolay bir hayat istiyorum. sabahtan akşama kadar bişiler için çabalamak yordu beni. hele emek sarfedip, başkalarının sırf senden daha iyi muhabbeti var ya da kaşı gözü senden daha güzel diye senin emeğini yiyebilmesi...

arada dönüp en baştakilere bakıyorum, bakalım konudan ne kadar uzaklaşabiliyorum diye. bu konuda iyiyim anlaşılan. :) benim tarzım bu ama, her şeyi dağıtıp gün be gün, sonra birden kafama esince toparlamak...

toparlayacak olursam, 19 yaşındayım ve bu kadar yorgun, bezmiş olmamama inanamıyorum. uzun süredir acı çekiyorum, şimdi ilk defa o acılari daha az hissediyorum. bu da beni bir hastalıktan kalkmışım, iyileşmek üzereymişim gibi hissettiriyor. bu kadar işte. of.