28 Şubat 2014 Cuma

değişti filan diyorlar, yalan.

senin için söylenen bu. 'değişti.'
'bize farklı davranıyor, artık eskisi gibi değil.'
'canım sen bu adamın merhametine mi aşık oldun bilmiyorum ama artık aynı adam değil.'
'o kız var diye bizi satmaya başladı.'
'bi geçmiş olsun dedik diye facebook'tan mı çıkarmış, aman ne ergenmiş yahu...'

bunlar ve bunlara benzer bir sürü şey... işin garibi, daha önce inanmazken bunlara, artık inanıyorum. sen değiştin. değişmedin aslında, köreldin. sen bir bıçak gibiydin. istemediğin bir şey olduğunda hemen ondan kurtulmaya bakardın. hayatından uzaklaştırır, atardın.

ben bilemem ama, herkes mutsuz olduğunu söylüyor. mutsuz musun? cidden merak ediyorum. seni artık sevdiğimden filan değil. ben gördüğüm bu yeni adamı sevemiyorum. tanıyamıyorum, anlayamıyorum. senin için duyduklarıma bakıyorum da tekrar, 'hayatta yapmaz!' dediğim şeyler bunlar.

seni sevmiyorum artık. tanımıyorum ki? hani olur ya, otobüstesindir, eski sevgilinin parfüm kokusunu duyarsın... o mu acaba diye kafayı çevirip bi bakarsın ki o değil. onunla uzaktan yakından alakası yok. e kokusu aynı diye yabancıya 'o'ymuş gibi davranmayacağına göre? benim hissimde aynı. bi' adam var, aynı sevdiğim adam gibi görünüyor, parfümleri aynı, sesleri, konuşmaları aynı... ama yaptıklarına bakınca bu iki adamın aynı kişi olmadığını anlıyorum.

anlaşıldı, benim sevdiğim ölmüş. bıçak falan değilmiş ayrıca. sertliği, keskinliği yalnız banaymış. ekmeğe yumuşak, peynire sert... böyle bıçak mı olurmuş?

bundan sonrası için iki ihtimal var: ya ben başından beri yanlış tanıyorum seni (ki 'benim gibi bi adama değer verme.' demiştin zamanında, kendini iyi tanıyormuşsun) ya da sen değiştin ve ben bunu kabullenemiyorum.

sanırım seni iyi tanıyamamışım...

26 Şubat 2014 Çarşamba

selam. ben geri geldim. heeey? oralarda beni duyan var mı? varsa ses versin. bu sessizlikten sıkıldım.
kimse yok galiba. her şey benim kafamda uydurduklarımdan kaynaklanıyor o zaman. bu kafa zaten neler uydurmadı ki? ne canavarlar, ne kötüler, ne hırsızlar, ne yavuzlar... çok eskiden bi ara yastığımın altında ufak bir bıçak vardı, ufak ama işlevsel. eve hırsız girmişti. gündüz gözüyle hem de. belki onun korkusundan, yastığımın altında sert bir demir. soğuk. hep yatarken dua ederdim: 'allahım nolur şu bıçak bi' yerime falan batmasın.' batarsa olacak olan belli. her yer kan, annem öğrenecek, telaş yapacak... ki bir gün öğrendi de. ama hiçbir şey olmadı. anladı galiba beni. anneler anlar zaten. yani bazı şeyleri...

bazı şeyler de vardır ki anneye anlatılmaz. annem onu sorduğunda bu yüzden anlatamadım. 'bak kızım, biriyle görüşüyorsan söyle de bilelim bize uygun mudur değil midir?' uygun değildi anne, hiç değildi. anlatamadım sana. ağzımı bile açamadım. hem zaten görüştüğüm biri bile değildi. düzenli yani, senin kastettiğin gibi. bazen onu her gün görüyordum, bazen haftalarca hiç. hem ayrıca insan annesine nasıl söyler ki? 'anne ben birine karşı bişiler hissediyorum, bunu onunla da konuştuk ama bana olmaz dedi. üstelik kanserliymişim, sanki bu hislerden hiç kurtulamazmışım gibi davrandı bana. beni ezdi. haftalar sonrası biriyle görüşmeye başladı. senin deyiminle birbirilerine uygundular sanırım. bizim neslin deyimiyle çıkmaya başladılar. o sevgili ile mutluyken birden ben çıktım. ona sarıldım, apartmanın önünde. biri görürmüş, görmezmiş umrumda değildi anne. inan değildi. ama ne koydu biliyor musun? bana dokunmadı bile. taş kesildi olduğu yerde. bilerek. yanaklarından öptüm, kokusunu içime çektim ama yine de nafile. ahlaklıymış demek ki. ya da gerçekten beğenmiyor beni. tiksiniyor.

bilmiyorum anne, bazen ona bakıyorum da... ona bu şekilde sarıldıktan sonra gecelerce ağladım, günlerce kendimi kötü hissettim, nefes alamadım. oysa yaptığım neydi ki? ben evimin dışında bir şey sevmiştim. ben elimin uzanabileceği yerin dışında bir şey sevmiştim. belki uzaydan düşmüştü. o kadar vahşiydi çünkü yeri geldiğinde. holly golightly 'asla vahşi şeyleri sevme, sen sevdikçe onlar güçlenir.' demişti. holly çok değişik bir kız anne. salak aslında. aslında salak değil, farkında değil sadece elinin altında ne var. neye sahip? kimse bunun farkında değil zaten.

neyse, konu çok dağıldı. ne diyordum anne? hah, ben kendimin, kırmızı çizgimin dışına çıkmıştım. 'asssslaaa yapmam! ' dediğim bir şeyi yapmıştım. hem sonra onun sevgilisinin yerine koyuyordum kendimi. o kız olsam çıldırırdım. yani eğer bilseydim. bilmiyor anne. sevgilisine aşık olduğumu biliyor, tanıyor beni, ama aramızda bunların geçtiğini bilmiyor. onu kaybetmemek için söylememiştir sevdiğim adam. adam demek aslında abartılı bir tabir, benden 2 yaş büyük sadece. hem zaten adam olup olmadığı konusunda çeşitli dedikodular duyuyorum, yani adam demesek de olur ona. ne desek bilmiyorum. adam desek, yok. damat desek, cıks. f.... , yok anne adını da söyleyemiyorum işte görüyorsun, hep takılıyorum. anne, ben hep takılıyorum, hep tökezliyorum. hem onu da eskisi gibi sevemiyorum artık. o benim tanıdığım biri değil artık çünkü. herkes de söylüyor bunu ona, 'değiştin sen.' diye. en yakınları bile. düşünsene en yakın arkadaşları ayrılsınlar diye bakıyorlar. aman ne örnek çift!

o kızı kıskanıyorum bazen anne. benden daha mı güzel diye düşünüyorum. hemen cevabı yapıştıracaksın, 'kendine bak kızım azcık, kendine baksan elalem de böyle davranmaz sana...' biliyorum seni. anne sen beni sevebiliyor musun böyle? ya da kimse kimseyi neden sevemiyor olduğu gibi? o, beni her halimle gördü. olabilecek en kötü hallerimi... o hallerimden sonra sevebilseydi beni, senin o akşam el bastırdığın kuran'ın üstüne yemin içerim ki ayrılmazdım ondan hiç.

o akşamı da hatırlıyorum anne, onu sorduğun akşamı. 'bak kızım, biriyle görüşüyorsan söyle de bilelim bize uygun mudur değil midir?'  ve ben sana bunların hiçbirini söyleyemem anne. bütün bu kelimeler, cümleler... şimdi yastığımın altında bıçak.

şimdi yastığım soğuk, serin ve tehlikeli. iyi geceler anne. iyi geceler, orada beni duyup da ses vermeyenler. ben sabaha kadar otururum ama ne olur sizin geceniz iyi geçsin... belki sabahına bana bir ses verirsiniz.

9 Şubat 2014 Pazar

göz kapaklarım yanıyor. çok kalıcı değilim bu gece. iki çiziktirip gidicem. çok merak ediyorum yazdıklarımı okuyan var mı? yoksa her gelen rastgele bir şekilde mi uğruyor buraya. yine merak ediyorum, hayat rastlantılardan mı ibaret, yoksa her şeyde belli bir plan, belli bir düzen mi var? gerçekten kader örüyor mu ağlarını?

bu soruyu sormamda beni yönlendiren şey şu son gecelerim. aslında dün gece. normalde çiziktirdiğim kağıtları hiç bir yerde ortada bırakmam, aksi gibi o akşam masanın üstünde unutmuşum. annem okudu ve tabiri caizse ağzıma sıçtı. en çok kızabileceği iki şeyi öğrendi. bağırdı, çağırdı, hayatım boyunca unutmayacağım bir şey söyledi bana: '...... gibi orospu mu olacaksın?' devamı klasiktir zaten, herkes tahmin eder. 'biz seni oralara okumaya gönderiyoruz, sürtmeye değil.'

hayatım boyunca unutmayacağım bunu. ruhumun bi yerine çakılmış en sağlam kazık. kendini uyanık zanneden, düşündüğü, hissettiği, yaptığı çok şeyi 'tepki alırım, onlar beni böyle bilmiyorlar.' düşüncesiyle saklayan kıza atılmış sağlam bir mariz, bir tokat. ama şevkat tokadı... neden şevkat tokadı ona sonra geleceğim ama, en azından şanslıyım. evet, şanslı olduğumu düşünüyorum.  ya annem şu en son iki senede neler yaşadığımı öğrenseydi? ya da bi altı sene öncesi? ölürdü eminim.

ben de karanlığımı ona anlatmaktansa, elimden geldiğince saklıyorum. karanlık denilebilir mi emin değilim, en azından bulanıklığımı... sanrılar içindeyim. duyduğumdan ve gördüğümden emin olamıyorum çoğu zaman. kendime, yeteneklerime (eğer varsa) hiç güvenmiyorum. arada sırada tatlı düşler gördüğüm de oluyor şunu yapıcam, bunu yapıcam diye bir sürü plan yapıyorum, çoğunu gerçekleştiremiyorum. burada yine devreye giriyor bunların hepsi kader mi sorusu? mesela dün akşamı yaşamak kaderim miydi? her zaman kurnaz olan ben, bu sefer eli kolu bağlanmış gibiydim. gördüm o kağıdı, alabilirdim, saklayabilirdim, ama bi boşvermişlik geldi üstüme 'amaaaan, boş ver, yazın çok kötü zaten, okuyamaz, bundan dolayı kağıtta okuyabileceği bir yer olsa bile okumaz...' dedim.

kendimi çok zeki zannediyormuşum anlaşılan. daha öncede söylemiştim, kendimizi en yenilmez, en külyutmaz zannettiğimiz anda yıkılıyorduk aslında. o zaman ağzımıza vuruyorlardı bi tane. şevkat tokadı demem işte bu yüzden. çok daha büyük bir açık verebilirdim. hem şimdi annemde affetti beni- gerçi hala affetmek gereken şeyler değildi o meseleler diye düşünüyorum ama- bugün o üzgün, neşesiz halimi görünce acıdı belki. ve benden öç almaya kalkmadı. eğer bunu yapacak olsa bütün aileye- teyzemler dedikoduları ilk yayacak olanlar- anlatırdı, beni rezil ederdi bütün aileye.

küçüklüğümden beri laf sokmalardan, üstü örtülü söylenenlerden hoşlanmam. her şey açık ve kesin olmalı.(duyduğuma ve gördüğüme güvenmiyorum demiştim. her zaman her şeyi yanlış anlama, bu yüzden duruma uygun davranmama ve bunun sonucunda rezil olmaktan korktuğum için böyledir belki bu.)

birine gıcıksam, tamamen olmalıyım, her şeyinden nefret etmeliyim. safi, tepeden tırnağa kötü olmalı. birini seviyorsam kötü özelliğini göremem mesela. ya da ben onu öyle kabul ediyorum der, ama içten içe onu değiştirme arzusuyla yanar tutuşur-um/-dum... neyse aile içindeki cezam da yukarıda bahsettiğim gibi olurdu, laf sokma, küçük düşürme. asla kıvrak bir zekam olmadığı için hiç cevap veremem böyle şeylere. hem sonra bunlardaki bir tehlike unsuru, çabucak lafından dönüverip, 'e ben sana şaka yapmıştım? :))' demek...

evet hayatımda nefret ettiğim üç şeyi saysam; lafının arkasında duramama, kendini beğenmişlik, ukalaca bilmişlik ( ben böylelerine 'yavşşşşak!' diyorum, tabi içimden. :) ) olurdu. söylememişimdir belki, böylelerini çok kolay bulup, başıma bela, gönlüme dert alabiliyorum. bu konuda tartışılmaz biçimde yetenekliyim.

yetenek demişken, yine sorucam bu soruyu, sormadan duramıyorum, bu yetenek gerçekten herhangi bir konuda normal bir insandan daha farklı şeyler üretebilmek becerisi mi yoksa sadece rastgele bazı yer ve zamanlarda, bir şeyleri daha iyi yapıyoruz?

neyse artık duramayacağım, gözlerim çok acıyor ağlamaktan. dün gece kendime, bu gece de edith'e ağladım. hazır arkada şu şarkı çalarken, bende gidip yatayım. kader veya rastlantı, daha günlerimin olduğunu hissediyorum çünkü. (bir not: umarım 'kader' doğru cevaptır ve uzuun uzun günlerim vardır geriye kalan...)

3 Şubat 2014 Pazartesi

çok sevmek üzerine... by Üşenen Adam

bu gece ben yazmıyorum, bulduğum harika bir yazarı paylaşıyorum. bakış açımı değiştirmekte faydası dokundu bana. yazının tam metnini burada paylaşıyorum, ayrıca linki de var: Çok Sevmek Üzerine- Üşenen Adam

Çok Sevmek Üzerine...

''Ben çok azılı bir mantık insanıyım. Bunu hayatımdaki insanlar çok iyi bilir, hatta ask.fm sayfamı ya da blogumu ziyaret edenler bile farkına varmış olabilir bu durumun. Öyle kendimi aşka kaptırmam mesela ben. Birini severim ama ona körü körüne bağlanmam çok zordur. Kimseye gözlerimi kapatıp da teslim olurcasına güvenmediğim gibi kimsenin de bana o kadar bağlanmasına izin vermem. Dozunda severim seversem, tadında, kararında severim birini. Kimseyi isteyerek üzmem, kimseyi olmayacak beklentilere sokup da oyalamam. Ne istediğimi iyi biliyorum hayatta, belki de bundandır. Belki de geçmişte yaşadığım bir travma yüzünden bağlanmaktan korkuyorumdur, bilemem. Ama deliler gibi sevip de hayal kırıklığına uğramıyorum en azından. Canım yanmıyor artık, kalbim kırılmıyor. Sevdiğim bir kız yüzünden mutsuz da olmuyorum. Herkesin şaşırdığı, bazen de -özellikle büyük hayal kırıklıklarından sonra- özendiği fakat çok az kişinin yapabildiği bir şey bu.
Birini platonik olarak manyakçasına sevmek, o kişiyi olduğundan çok daha muhteşem biriymiş gibi görmek ve onun kusurlarına karşı neredeyse tamamen kör olmak insanlara hep daha çekici geliyor. Neden hâlâ tam olarak bilmiyorum ama böyle bir hastalık var maalesef. Üstelik kültürden kültüre de çok fazla değişmiyor bu durum. Birini sevmekten çok, birini körü körüne sevmeyi, o sevginin kendisini seviyoruz belki. Bence doğduğumuz andan itibaren kanımızda dolaşan bir zehir değil bu, sadece öyle alıştırıldık, hepsi bu. Şarkılardan, müziklerden ve filmlerden öyle abartı bir aşk anlayışı pompalanıyor ki bize, sonunda olmayanı var zannetmeye başlıyoruz. Püskevit muamelesi yapıyoruz aşka.“Bizde niye yok?!” diyoruz. El ele gezen bir çift gördük mü hemen o çifti ultra mega mutlu zannediyoruz ve biz de aynısından istiyoruz. O adamın o kızla yandan askılı çanta takmasın diye bile elli kere kavga ettiğini falan görmüyoruz mesela. Biraz da algıda seçicilik meselesi bu. İnsan gördüğü kötü şeyleri görmezden gelmek istiyor ve sadece iyi şeylere odaklanıyor; dolayısıyla elimizde de çoğu zaman tozpembe şeyler kalıyor ister istemez.

Bana gelirsek… Eskiden böyle biri değildim ben. Çocukken bir kızı çok fazla sevmiştim. Onu o kadar körü körüne seviyordum ki ondan başka hiçbir şey düşünemez hale gelmiştim. İlkokulda tanımıştım onu; daha birbirimizi gördüğümüz ilk dakikadan itibaren birbirimizden ölesiye nefret etmiştik. Neredeyse tüm çocukluğumuz da birlikte ve kavga ederek geçti. O benim poğaçamı yere atıyordu beslenme arasında, ben onun saçını çekiyordum. Yaşımız büyüdükçe kavgalarımız azaldı, sonra ortak zevklerimiz bizi birbirimize bağladı ve sınıftaki diğer öğrencilerden kafa olarak koptuğumuzu fark edince birbirimizi yeniden keşfettik sanki. Herkesin Türkçe pop şarkılar dinlediği, türkü dinlediği bir ortamda biz Eminem, Teoman, Marilyn Manson, Red Hot Chili Peppers falan dinliyorduk. Benim mp3 çalan bir Discman’im vardı. O teneffüs aralarında benim sırama gelirdi, müzik dinlerdik beraber, Blue Jean okurduk.

O zaman fark ettim ona karşı olan hislerimi. Parmaklarımın uçları karıncalanırdı o yanıma gelince. Kalbim yerinden çıkacak gibi olurdu. Dışarıya karşı asla bozuntuya vermezdim ama içimde fırtınalar kopuyordu ona karşı. O da boş değildi bana karşı ve sonunda sevgili olduk. Birbirimizi öpene kadar kimseyi öpmemiştik henüz ve hiçbir şey de bilmiyorduk sevmeye dair. Gerçekten ikimiz de çocuktuk. Ama öyle bir zamandı ki, ne tam olarak çocuksun, ne de tam anlamıyla bir gençsin. Tam arada olunan bir yaştaydık ve çocuk olduğumuzu da kabul etmiyorduk artık. Birbirimiz için yaratılmışız, evleneceğiz ve çocuk yapacağız zannediyorduk. Hatta çocuğumuzun ismi için kavga bile ederdik. Ben Anadolu lisesinde okuyordum, o ise oturduğumuz yerdeki liseye gidiyordu. Her gün okuldan geldikten sonra apar topar üstümü değiştirip bir şeyler yedikten sonra onunla buluşurdum. Her gün, aynı saatte, aynı yerde beklerdi o beni ve annesi eve çağırana kadar benimle kalırdı. Harika bir çift değildik belki ama seviyorduk birbirimizi.
Lisenin hazırlık yılı bitti, birinci sınıfa geçtik. O zaman beni aldattığını öğrendim. Birkaç haftadır kendi okulunla benimle beraber bir ilişkisi daha varmış, beni soranlara da ayrıldık diyormuş. 14 yaşında bir çocuktum bunu yaşadığımda. İlk şoktan, aylar süren gözyaşları ve psikologlara “düşmelerden” sonra insanlara olan bütün güvenim kaybolmuştu artık. O espriler yapan eğlenceli Fatih gitmiş, yerine etrafta ruh gibi gezen, giyimine kuşamına hiç bakmayan ve karşı cinsle ilişkisini tamamen koparmış depresyonda bir ergen gelmişti. Telefonda saatlerce ona yalvardığımı hatırlıyorum bana dönmesi için. “Biz birbirimiz için yaratılmışız” diye ağlıyordum telefonda. “Olmaz” diyordu telefonun ucundaki ses. Telefonu kapattığında yapayalnız kalmıştım artık. Öyle bir boşluktu ki içimdeki, tarif edebilmek imkansız. Sanki bütün dünyada bir tek ben kalmıştım, o derece yalnız hissetmiştim kendimi. İçimdeki acı o kadar büyüktü ki, hiçbir arkadaşım içmiyorken sigara içmeye başladım. Hiçbir sigara markasını bilmiyordum, bakkala girdiğimde sadece dayımın yıllardır içtiği Chesterfield isimli sigara gözüme ilişmişti. “Abi bi tane Chesterfield” dedim, çekinerek. Adamın “Siktir lan, göt kadar çocuğa sigara mı içirttircez?! Kaybol!” deyip elinin tersini göstereceğini sanırken, “Light mı, normal mi?” diye sordu adam. Ulan light ne, normal ne? Kalorisi mi az?! İnanın bana onu bile bilmiyordum. Birkaç saniye düşünüp, adamın cevap beklediğini görünce “Nor-normal! Normal!” dedim apar topar. Adam sigarayı uzattı. “Bir tane de kibrit” dedim sonra. Onu da verdi, parasını ödeyip çıktım. Sonra sote bir yere geçip kaldırıma oturdum ve ilk sigaramı yaktım, öksürükler içinde çektim ilk fırtımı. Ciğerim yandıkça “İçeceksin! Amına koduğumun ciğeri seni! İçeceksin bunu! İç!” diye ciğerimi yumrukluyordum. Kendime eziyet ede ede birkaç dal sigarayı içtim orada. Sonra da uzuuun süreli bir tiryakilik maratonu başladı. (Nasıl bıraktığım ve bırakma tavsiyelerim şurada yazıyor.)
Berbat bir ruh haliydi o. Bir daha kimseyi sevebileceğimi zannetmiyordum. İnanın bana, bu ruh halini çok zor aştım ben. Aşk üzerine düşündüm kendime geldiğimde… Neden sevdiğimizi, neden birilerini sevmek istediğimizi sorguladım. Birine neden ihtiyaç duyarız, neden güvenmek isteriz diye sordum kendime. Bu konuda bilimden, psikolojiden yardım aldım; okudum, araştırdım ve bol bol düşündüm. Bir şeyi ayakların yere basarak sorgulayıp bazı sonuçlara ulaştığın zaman inanılmaz rahatlıyorsun. Ben o ruh halini suyun altında çırpınan ve boğulmak üzere olan bir adamın suyun üzerine çıktığında “HIIIIIIIIIĞĞĞĞĞ!” diye derin bir nefes alması ile anlatıyorum hep. Her şey gözünde daha net görünüyor o zaman. İşte o zaman karşı cinsten neler beklenebileceğini gördüm.
Gördüğüm şu: Karşı cinsten beklentilerinizi belirlemelisiniz önce. Şunu asla unutmayın: O bir erkekse, sizi öncelikle cinsellik açısından istiyordur. Lisedeki en tutucu gençler bile bunu belli bir yere kadar yaşıyor. Biz de liseye gittik oğlum, kimi kandırıyorsunuz? Yaşanmıyor diyen yalan söyler. Bir erkeğin bilinçaltı her zaman bir kadın bulmak ve tohumlarını dünyaya saçmak üzerine çalışır. Bir erkeğin en temel dürtüsü budur, bilmeden de olsa bir kadından beklediği şey de aslında budur. Erkeklere cinsellik istiyor diye küsme o yüzden. Çünkü o adam ve onun gibiler bunu deliler gibi istemese bugün sen olmazdın. Bir erkeğin bir kadını arzulamasının altında yatan içgüdü budur ve bu içgüdü insan neslinin devam etmesini sağlıyor. Bugün pandalar karşı cinse ilgi duymuyor ve insanlar pandalar çiftleşsin diye milyonlarca dolar para harcıyorlar. Kurulan dev tesislerde yaşayan bir avuç pandayı Viagra vererek, Panda pornosu ve hatta insan pornosu seyrettirerek seviştirmeye çalışıyor insanlar ve yılda bir iki tane Panda ancak ürüyor, üremiyor. İte kaka adamın neslini hayatta kalmaya uğraşıyor herifler. 1
Bu bahsettiğim olayın dünyadaki tek istisnası, cinselliğe zaten kolay ulaşabilen ve bir kadından öncelikli beklentisi bu olmayan kişilerdir. Bu insanlar için seks zaten kolay olduğu için onun sizden beklentisinin başka olduğundan ve artık gerçekten sevilmek istediğinden emin olabilirsiniz. En azından sıradan bir erkeğe göre size anlattıkları çok daha içtendir onun. Cinselliğe ulaşmak için sizi kandırıp sizi hayal kırıklığına uğratma oranı düşüktür. Diğer erkek hormonlarının etkisinde kalarak size yalan söyler ve sizden sıkıldığı ya da “daha iyisini” bulduğu zaman anında ona geçer. Geçemiyorsa, ikili, üçlü, dörtlü çalışır. Ben artık kimseye yalan söylemiyorum ve kimseyi hayal kırıklığına uğratmıyorum; ama hâlâ o sevgilimin travmaları üstümdeyken farklı iki kız için iki ayrı cep telefonu kullanıyordum. Artık bu saçmalıkları aştım ve kendimi çok daha olgun hissediyorum ama bir erkeğin beklentilerinin ve yapabileceklerinin neler olduğunu samimi bir şekilde anlatmak için verdim bu örneği.
Mesela ben sana kısaca erkekler ne ister anlatayım. Bir erkek önce -tıpkı karnını doyurmak ve su içmek istediği gibi- cinsellik ihtiyacını karşılamak ve hormonlarını dizginlemek ister. Bunların hepsini karşıladıktan sonra barınacak bir çatı ve kendine bakabilecek maddi durum arayışına girer. Bu adımdan sonra da ilgi görmek ve birilerine ilgi göstermek ister. Bunlar Maslow’un ihtiyaçlar teorisindeki adımlardır, yani tamamen bilimsel bir şeyden bahsediyorum. Bütün bunların üzerine sen, hormonlarının tamamen etkisi altında, üstelik daha sevmenin bile ne olduğunu bilmeyen tecrübesiz birinden bir Romeo olmasını bekliyorsun. Mümkün mü güzelim bu? Değil tabii ki. Şimdi ben anlatınca anlıyorsun mümkün olmadığını, farkına varıyorsun her şeyin ama kendi başına kaldığında muhtemelen yine aynı hatalara düşeceğini biliyorum ben. Bile bile ladesin ne zaman son bulacak, söyler misin bana?
Peki bu yazıyı okuyan bir erkek için ne yazabilirim? Dostum, inan ki bilmiyorum. 24 yaşındayım, 11-12 yıldır karşı cinsi anlamaya çalışıyorum ve hâlâ kadınları tam anlamıyla anlayabilmiş değilim. İşin kötüsü, onlar da kendilerini anlayabilmiş değiller. :) Kadınlar gerçekten erkeklere göre çok daha karmaşık varlıklar, labirent gibiler. İçlerine girince kayboluyorsun, onları çözmeye çalıştıkça daha da dağılıyorsun. Sen yüzde 100 güvenme, kendini tamamen onun kollarına bırakma, yeter. Sevme demiyorum, yine sev, ama insan gibi sev. İnsanın yeri geliyor annesi, babası çekip gidiyor; bazı anneler cami önüne falan bırakıyor bebekken çocuğunu, elin kızı ne diye koşulsuz şartsız sevsin seni? Bu hayatta her şey çıkar üzerinedir. Onun da ilgiye ihtiyacı var, ilgi göstermeye ihtiyacı var ve o da bunu karşılamak istiyor. Sana olan sevgisinin sebebi bu. “Bana ilgi gösterdiğin sürece sana ilgi gösteririm” demek gibi bir şey bu. Şimdi “Peki,” diyeceksin, “Neden cinselliği yaşamak istemiyorlar?” Çünkü çoğu kadın toplumda cinsellikten öcü gibi bahsedildiği için aseksüelleşmiş durumda, dolayısıyla cinsellik artık onlar için bastırılmış bir şey, bir korku unsuru haline gelmiş durumda. Dolayısıyla çoğu kadın cinsellik ihtiyaçlarının farkında değil. “Evlenince yaşarım, önemli olan sevmek” deyip geçiyor, merak etmiyor, çekiniyor. Tabii bu da psikolojisinin bozulmasına neden oluyor. Evlendikten sonra da bakıyorsun, vajinismus olmuş. Uğraş dur sonra. Pöf!
Sözün özü de şu: İnsan her hatasından bir şeyler öğreniyor. Her düşmek, yeni bir ayağa kalkış yaratıyor aslında. Bu yüzden o kıza hiç kızgın değilim. Yıllar sonra bir araya geldik ve bunları uzun uzun konuştuk zaten. “Çocuktuk” dedi, kalbimi kırdığı için özür diledi. Ben ise onu çoktan aşmıştım ve özür bile beklemiyordum artık. 14 yaşındaki Fatih ile 24 yaşındaki Fatih arasında o kadar çok fark var ki… Şimdi sen seviyorsun ve acı çekiyorsun ya hani. O acı illa ki hayatın bir döneminde yaşanıyor işte, yaşanmaması mümkün değil. Ticarete giren adamın batmasından, birine kefil olan adamın kazık yemesinden çok farklı bir durum değil bu. İnsan ilişkilerinde acemisin o sırada, dünyayı yeterince tanımıyorsun ve tecrüben de çok az; dolayısıyla hata yapman da çok doğal. Köpekler gibi sevip pişman olmak çok doğal. Önemli olan, o acıyı hafifletsin diye yeni bir insana delicesine bağlanmamak. “Ah canım, bazı erkekler hep böyle işte. Kıyamam sana. Sakın ağlama tamam mı? :(” diyen bir Meriç’in ilgisine aşık olup bir kazık da ondan yememek ya da gidenin ardından başka bir kıza bağlanıp hemen onu hayatınızın anlamı haline getirmeye çalışmamak önemli olan.
Birine çok fazla anlam yüklemeyin. Olanı görün, olanı sevin. Olmuyorsa çok zorlamayın, oluyorsa da hep olacakmış gibi kapılmayın. Ancak bu şekilde mutlu olabilirsiniz. Güvenin bana. Bu kadar ilişkiden ve hayal kırıklıklarımdan çıkardığım sonuç, özetle budur. ''

teşekkürler üşü :)