30 Ocak 2014 Perşembe

why pain? why not pain?

canım yanıyor. o deli çığlığı yine duyacak gibiyim. duyacak gibi derken gerçekten duyuyorum olarak algılanmasın. sadece o kadar acıyor ki içimde bi' yerler, o vahşet hissi o kadar güçlü ki, dünyamda tek karşılığı bu ses.

bilmiyorum neden, acıyı anlatırken direk olarak nasıl hissettirdiğini değil de, yanına onu karşılaştırabilecekleri, somutlaştırabilecekleri örnekler vermeyi tercih ediyorum okuyanlara. sanırım gerçekten anlaşılmayı istiyorum. sanırım gerçekten biri benimle acı çeksin, bana ne olduğunu tamamen anlasın ve belki bana yardım etsin istiyorum. NEDEN?

neden deliyim, neden acılardayım, neden yuvarlanıyor, içine dalıyor, karıştırıyor, ayrıştırıyor, unuttum sanıyor ve yanılıyorum... dağılan hep kendim oluyorum. iki dişi var içimde. biri küçük biri büyük. biri çocuk biri yaşlı. sevindiğimde, mutlu olduğumda içimdeki çocuk biraz daha büyüyor. güzel büyüyor, olgunlaşıyor acılaşmadan. ne güzel... o zaman yüzüne, gözüne bakılacak gibi oluyor, sevilecek gibi olmaya biraz daha yaklaşıyor. sevimli, uysal, munis, güleç, saf, kötü niyetsiz, eziyetsiz...

ancak dr.  jekyll ve mr. hyde' da olduğu gibi birden değişiyorum. üzüldüğümde. o kötü, yaşlı kadın geri geliyor. durmadan geri geliyor. ve her kırıldığımda gelişlerinin şiddeti, fırtınası daha da artıyor ve daha uzun bir zaman misafir oluyor bende. aynı çürümenin genç bir fidanda barınması gibi. büyümeden çöküyorum. kuruyorum, yüzüm hırstan ve sinirden delik deşik oluyor. gözlerimin feri, tenimin dokusu gidiyor. aynalara bakamıyorum bile. aynadaki o gözlerinin feri çökmüş -bazen kurnazlıkla parıldayan- yaşlı kötü kurda bakmak gelmiyor içimden.

her kırıldığımda ya da her değer verdiğim biri içimdeki o dikitlerin üstüne düşüp öldüğünde -kazık gibi düşünülebilir, kazığın üstüne düşmüşler gibi- çığlıklar, polis sirenleri, kötü ve yaşlı bir kadının kahkahası içimden dışarı taşıyor. siz duymuyor musunuz? fersiz gözümün bebeğine saklanmış ufacık bir ışıltı parlıyor, bağırıyor, hesap soruyor, neden bu kadar sağırsınız?

acaba aşk dediğim, seviyorum diye aradığım bir beyaz atlı prens mi? yoksa minimal biçimde tasarlanmış muayenehanesinde beyaz koltuğu ve entel gözlükleriyle bir psikolog mu? tamam anlaşılmak sevilmekten daha önemli belki ama ben neden normal değilim? ya da doğru soru şu olmalı, neden hala düzelmiyorum? benim kırıntı bile olsa hala umudum var hala düzelebileceğime, hala normal dediğimiz insanlardan olabileceğime... köşeye atılmış kırık kuklayım, parçalarımı içimdeki dikitlere bırakmışım ve hala belki tamir olurum diye bekliyorum. boşa. belki biri beni sever ve insana çevirir diye bekliyorum. ama o 'biri' diyebileceğim erkekler metreler öteden anormalliğimin, kırıklığımın kokusunu alıyorlar ve bana yaklaşmıyorlar bile. insan dediğin, dışlanmışlığın kokusunu hemen alır ve buna göre davranır. eğer bir kere düştüysen, sonuna kadar git. çünkü zaten gitmek zorundasın... belki daha hızlı ve acısız şekilde dibe vurmanı sağlar bu.

ondan sonrası, allah kerim...

selametle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder