31 Aralık 2013 Salı

ananızın babanızın kıymetini bilin lan

işte bu da benim yeni yıl yazım. köşe yazarlarının, blogger'ların 'yeni yıldan istediklerim', 'hoş geldin yeni yıl!' başlıklı yazıları olur ya, işte ondan bu da. yani içerik olarak. başlık kendini anlatıyor zaten.

bugün için bişiler yazmak daha demin aklıma geldi. annemlerle- daha doğrusu bütün aileyle- telefonda konuşurken. yoksa normalde makarnamı yiyip, müzik dinleyerek, belki biraz kitap okuyarak geçecekti bu akşamım da. sıradan bi akşam gibi.

neyse ana konuya gelelim. ana babanızın kıymetini bilin olum. ben eskiden nefret ederdim, bütün aile toplanır, yemekler yenir, sonra evin çocukları olarak biraz kudurur, azarı yiyince oturur aşağı, çiğdem çitleyerek televizyon izlerdik, aslında benim derdim istediğim zaman yalnız kalamamaktı. eskiden depresif bir ergendim, daha da eskiden depresif bi çocuktum. tüm isteğim biraz yemek yiyip, kitap okumak ve nete girmekti. şimdi hepsi elimde ama neye yarar? bayram tatilinden beri gitmedim ailemin yanına. ancak telefonla konuşma. istediğim zaman yalnızım, şimdi çıkıp sokakta dolaşabilirim, istersem şu an bilgisayar ekranını aşağı indirip yatıp uyuyabilirim... eskiden istediğim her şeye sahibim, ama bunlar neden mutluluk getirmiyor bana?

çünkü şimdi korkuyorum. bu yıl belki çok sevdiğim insanları kaybedebilirim, anamı babamı bir daha hiç görmeyebilirim, kardeşimi özledim mesela. o eşşek sıpasını. ya bir daha göremezsem? ya yarına çıkamazsam, ben veya onlar da? insan uzakta kaldığı şeylerin kıymetini biliyor. bu şehirde yeni bi hayat kurdum mesela, iyi veya kötü. günahıyla sevabıyla, imkanım olduğu kadarıyla ne istiyorsam onu yaşıyorum. ama yalnız yaşıyorum. gerçekten doğru 'ana gibi yar olmaz' lafı. şimdi bu şehirde bi gün üzgünsem, bir gün ilgilenirler benimle. ikinci gün kimse hüznüme ortak olmaz. oysa aile öyle mi? beni anlamasalar bile, iyiliğimi istediklerinden eminim hiç olmazsa, benden hiç bir çıkarları olmadığına.

şimdi bizimkiler 'o ses türkiye'yi izliyorlar. hep beraber. oysa ben burda çok yalnızım. çok klişe ve duygu sömürüsü dolu oldu farkındayım. ama olsun. bugün böyle hissediyorum. çok özledim ben bizimkileri ve onları kaybetmekten öyle korkuyorum ki...

neyse, yeni yıl için dileklerime gelirsek... yeni yıla nasıl girersen öyle girermiş derler, ilk dileğim, inşallah bu doğru değildir. çünkü ben artık yalnız olmak istemiyorum.

iki, artık biraz huzur bulayım.

üç, huzur lan. bi de kimseyi kaybetmek istemiyorum bu sene, ne ufacık bebeler soğuktan ölsün, ne de ailemden kimse. allam nolur...

20 Aralık 2013 Cuma

söz söylenmedikçe yok hükmündedir



Kafamda dönüp duran kelimeleri susturmaktan bıktım artık. Evet, onlar ordalar, sürekli ordalar, ne yaşasam ordalar. Sevinsem de üzülsem de ordalar. Tanrıya/ Allaha şükür, en azından sevinçliyken ben kısıyorlar seslerini. Shakespeare’nin de dediği gibi, aslında bir karakterine dedirttiği gibi: ‘ Sessizliklik, sevincin en güzel habercisidir. Ne kadar mutlu olduğumu anlatabiliyorsam, pek az mutluyum demektir.’
Şimdi Shakespeare’den alıntı yaptım diye ‘ Şuna bak, çakma entel.’ demeyin bana. Aklımdaki en güzel ifade buydu duruma uyan. Hem üstadların piridir zannımca, önemli bi’ iş yapıyoruz şurda, onayını almadan mı geçelim?
Yazmak önemli bir iş. Önemli işte. Kendin için yazsan bile sorumluğu büyük. Kendim için yazıyorum, alacağım veya alamayacağım övgü önemli değil, çünkü bana ‘Yazıların kötü, berbatsın.’deseniz bile kendim için yazmaya devam ederim. Yalnız, yazılarımı ulaşılabilecek yerlere koymam.
Yazdıkça üstümden yük kalkıyor gibi, yazdıkça daha bağımsız oluyorum, aynı zamanda uyanık. Daha zor oluyor beni kandırmak,  ancak o kadar hayalciyim ki yazarken yine kanabilirim. Bi’ de yazdıkça kanıyorum, susuzluğum geçti artık, meğersem özlemini çektiğim buymuş. Benim sadık yarimmiş, kalem- kağıt.
Ancak ben hala ‘Sırf bunun için mi yazıyorum?’ diyorum. Bir işe başlarken amaç önemlidir, söyledim de en tepede ‘’ kafamda dönüp duran kelimeler artık bi kaynağa varsınlar, söz söylenmedikçe yok hükmündedir, söyleyeyim ki nihayete ersinler, ben de durulayım artık onlarda durulsunlar.’’.
Yazarın tek tatmini bu değildir ama. (bağlaçları çok sık kullanıyorum, evet.) Hepimiz insanız, hepimizin o çiğ sütle acı- tatlı anıları oldu,  bu yüzden hemen ihanet edebiliriz mesleğe. (beni duyan da 40 yıllık edebiyatçı sanacak.) Hemen ün peşine düşebiliriz, ‘Nasıl olmuş? :)))’ sorusunun peşine, hadi popüler olayım da, hoşlandığım kız/erkek bana kesilsin.’in peşine. Bunların hepsi bozar, en azından beni, en azından ‘delikanlı’ olmaya çalışan bu yazarı.
Sizi bilmem, ben en azından hayatımda bir şeyi kırmadan dökmeden yapmaya niyetlendim. Kendime söz veriyorum, bu işin içine yukarıda sayılan veya sayılmayan kötü niyetler girmeyecek.  Kendi hayatımı, bu durumda yazdıklarımı, hiçbir biçimde sahteliğe, yalana dolana, olmamışı olmuş, olmuşu olmamış gibi göstermeye çalışanlara kurban etmeyeceğim.  Her zaman gerçeğin gücünden yana olacağım. Gerçeğin gücü, kendime inanmamı sağlayacak tek şey çünkü.

18 Aralık 2013 Çarşamba

son

hikayenin sonunda: külkedisi asla prensine kavuşamamış. artık ayakkabı çok yürüdüğü için ayağından geçmemiş mi- balkabağından arabası bozuk çıktığı için eve yürüyerek dönmek zorunda kalmış olabilir- , yoksa külkedisi hiç gitmemiş mi o baloya bilinmez- belki üvey annesinin bir oyunudur bütün bunlar-. ancak bildiğimiz bir şey var, prens kendisine başka bir prenses bulmuş ve onunla mutlu yaşamış.

peki ya hansel ve gretel? onlar da ormanın derinliklerinde, cadının evinde iyice şişmanlayıncaya kadar tutulmuşlar. sonra cadı ve onun kendisi gibi diğer cadı arkadaşları onları bir ziyafette pişirip yemiş. babalarına 60 yaşında inme inmiş ve ondan 20 yaş genç olan üvey anne, babanın emeklilik için biriktirdiği her şeyi alıp kırmızı başlıklı kız'taki kurtla kaçmış.

kırmızı başlıklı kızı biliyorsunuz zaten, tam büyükannesini yiyen kurttan kaçacakmış ki, kapıda sotede bekleyen ikinci bir kurt onu yiyip yutmuş. kırmızı başlıklı kızın ailesi ise, yeni bir çocuk yapıp, ona mavi başlık dikmişler ve ormanda dolaşıp kurda kuşa yem olmasındansa 4 duvar arasında olması daha iyi diye düşünüp, onu yatılı bir okula vermişler. yatılı okulda aile özlemini unutsun diye eline verdikleri tabletle caka satan mavi başlıklı kız artık okulun popüleri. ve kırı, doğayı hiç sevmiyor. daha önce hiç ailesi mangalla uğraşırken, bi kenarda top oynayıp, ip atlamamış. zaten onunla ne top oynayabilecek ne de ip atlayabilecek bir ablası olmadığından bütün vaktini tabletindeki çiftlik oyunuyla geçiriyormuş.

pamuk prensese gelince, prens asla onu hayata döndürecek öpücüğü vermek için dönmemiş, çünkü o sırada kraliyet sarayının yakınındaki cafelerden birinde americano latte'sini yudumlamakla, check-in yapmakla ve çevresindeki güzelleri kesmekle meşgulmüş. pamuk prensesin ölüm haberini ise sadece layk'lamakla yetinmiş. yedi cüceler ise çocuk gibi göründükleri için kraliçenin adamları tarafından yakalanıp, kömür madenine çalışmaya gönderilmişler. o dönemde kraliçe'nin istediği göz kalemleri için 7'den 70'e herkes çalışıyormuş. özellikle çocuklar.

bir de uyuyan güzel var, ama onun uyumaktan bir sonu olmamış bile. tembel işte ne olacak.

bir de ben varım, bugüne kadar bir masalın içinde zannettim kendimi... her masalda olduğu gibi, bu kötü günler de geçecek, ben de en sonunda prensime kavuşacağım zannediyordum. ama olmadı. ben de masalcı oldum. artık genç kızlara masalları bu şekilde anlatıyorum ki, aslında dünyanın masallardaki gibi olmadığını bilsinler ve akıllarını başlarına alsınlar diye. eğer akıllarını başlarına almazlarsa, benim gibi çok üzülürler... SON.

15 Aralık 2013 Pazar

ismet kim ki zaten?

bazı sorular vardır, sorarken anlamazsın içinde bi bokluk olduğunu, ne bileyim mesela bi sitem taşıdığını... ismet kim ki zaten? gibi. hangi ismetten bahsettiğimi anlamışsınızdır? bilmeyenler için  twitter'da bi hesap var @ismet_basgan diye. heh, işte onu okursunuz sonra, şimdi açıklama yapamam fazla uğraştırmayın beni.

neyse, demiştim ya, bağzı sorular var, onlar aslında soru moru değilmiş lan. bildiğin sitem cümlesiymiş ve ben bu aralar çok SİTEMKAR'ım. (atarım kimeyse? ben kimim ki zaten?) sitemim neye, kime bilmiyorum üstelik. sinirliyim, atar gider yapacak adam arıyorum. ama bi yandan biliyorum da, atar gider yapmam kimsenin umrunda değil. kendi kendime tripleniyorum hep. bi gün bunların içinde boğulucam ya, hayırlısı.

o zaman da kimse umursamayacak boğulduğumu, artık nefes alamadığımı. evet, nefes alamıyorum, evet boğulmaya başladım. bütün sustuklarım, zamanında söylemediklerim, konuşmadıklarım, şimdi hepsi ama hepsi boğazıma doğru yığılmaya başladı. kafamdaki tilkiler kus diyorlar bana, kus, bu iğrençliklerin hepsi tek başına senin değil, onların da payı var. kus ki, bilsinler neler yaptıklarını.

diğer taraftan da diyorum ki, gamsıza gam, şerefsize şeref mi sorulur? bırak, zaten sen söylesen de umursamayacaklar. sen kimsin ki?

o zaman bunları bütün hissedenlere gelsin: ismet kim ki zaten?


aşk yıkama makinesi

beremin üstüne kokun sinmiş. kaldırıp çamaşır makinesine atıcam şimdi onu. kokundan kurtulmak için.

keşke beni de bi makinaya atabilselerdi. bütün duyguları yıkayıp temizleyen, beyaza, nötre dönüştüren bir makinaya. aynı sil baştan filmindeki gibi ama daha eğlencelisi.

bi kere bi düşün, orta boy yetişkinin girebileceği ölçüde yapılmış. giriyorsun içine, cenin pozisyonunu alıyorsun, dışarıdan biri de temizleyici ekliyor makineye. eğer yaşadığın aşk seni yıpratmışsa bolca yumuşatıcı... benim gibi bütün izleri silmek isteyene de bütün şişe çamaşır suyu... makinayı fişe takıp, düğmesine basıp çalıştırıyorlar, dönüyorsun, dönüyorsun, dönüyorsun. bolca su, ama bu sefer tuzsuz. dönmekten başın dönüyor, bütün onunla yaşadıkların( veya yaşamadıkların) gözünün önünden geçiyor, bunalıyorsun. bu da sıkma evresi. sonra bi de durulama var, yine bolca su, belki bu sefer biraz tuzlu, ama mutluluktan hep. durulanınca çünkü görüyorsun, değmiyormuş. ne döktüğün göz yaşına, ne geceler boyu diz çöküp yukarıda bi yerde belki kendin kadar iyi bildiğin, belki bilemediğin, korktuğun, çekindiğin o varlığa yakarmalarına...

not: yakında bi zamanda, belki 3 vakitte benim gibi yalnızlar için içeriden çalıştırmak için tuşu, temizleyici eklemek için bölmeleri olan makinalar çıkacakmış. hadi inşallah. :)

4 Aralık 2013 Çarşamba

yak gitsin

 sana yak gitsin diyebilmeyi ne kadar isterdim... hüznünü yak, acını yak. içinde tortu olan, topak olan, sonra boğazına oturan ne varsa... hepsini yak. ama anlamıyorsun değil mi? ben seni böyle görmeye alışık değilim. böyle hüzünlü. somurtuk. bilmem farkettin mi hiç? arada konuşurken seninle şımarırdım, mutlu olurdum da sırıtık derdim sana. hani alice harikalar diyarındayken bir kediyle karşılaşıyor ya, aynı o kedi gibi işte. öyle sırıtıyorsun sen de. sana yakıştırdığım bu kendi içimde. somurtmak değil.
 keşke yüzünden okunan o yorgunluğu, o mutsuzluğu silebilsem. o zaman dünyanın en güçlüsü sayardım kendimi. gerçekten de öyle olurdum eğer bi' fırsat verebilseydin. hayır, seni suçlamıyorum, ne alaka canım. beni sevmek zorunda değilsin. bunu kafamda biliyorum işte, kalbimin içinde bilemiyorum yalnız. aradaki bağlantı kopuk. ben anlamıyorum, doğrusun, bilmiyorum. biliyorsun saçmalıyorum. bunları okur musun, bir gün eline geçer mi bu yazdıklarım ya da bunları yüzüne karşı söyleyebilir miyim? hayır. bunların hiç biri olmaz. sanki bi kuyuya bağırıyor gibiyim. ama etrafım o kadar boş ki, kuyunun dibinden tekrar yüzeye çıkan sesimi kimse duymuyor. duymasınlar. duymayın. duyma. o güzel umursamazlığınla geçip git hayatımdan. yıkarak, yakarak... gittiğinde, artık seni göremediğim de kocaman bir boşluk bırakacaksın hayatımda ya, hayırlısı.
 bazen her şeyi senden daha büyük bir güce emanet ettiğini düşünmek ve onun her şeyi sonunda en güzeline, senin için en iyisine ulaştıracağını hissetmek rahatlatıcı değil mi senin için de? hayırlısı derken, göğe bakarken, aman allah korusun derken bunları hissediyorum. ve bu duygu aynı seni sevmek gibi. her şeyin güzel olacağına inanç var, biraz endişe de var,  'ya olmazsa?' sorusu. bunu düşünmek istemiyorum. bugünlerin moda deyimiyle 'evrene pozitif enerji gönderiyorum'. hüzünlü şarkılar dinlemiyorum, hayır. hele pilli bebek mi? asla. neden üzüleyim ki? kalbim olacaksın sonunda. yüreğimin içine yerleşip, yüreğim olacaksın, vicdanım... ya olmazsan?
 o zaman beni de yak. yüreğim olamazsan yüreğimi yak. içindeki yenemediğin yaz yetmezse hüznünü, acını yakmana, beni de yak. ateşine yakıt olmak neden üzsün ki beni? ayna üstündeki yansımanı görsem, yanımdan geçsen, geçerken kokunu duysam ya da elinin değdiği bir eşyayı tutsam çocuk gibi seviniyorum ben. kor olmaktan çekinmem inan.
 bazen içimden geçiyor, beni sevmiyor madem, bu kadar acı çektireceğine yaksın beni. 'ama' diyorum, 'sevmemek onun suçu değil ki.' ah bir de kimin suçu bu onu öğrensem?

22 Kasım 2013 Cuma

Ya da okumayın kardeşim, bana ne...

Valla ben karışmam, isterseniz okursunuz, isterseniz okumazsınız. Ben sadece buraya yazmaya geldim. Kafamdaki sözcükler nihayet bulsun istedim. Ve 'Julie & Julia' yı izledikten sonra gaza geldim 'Ben de yazarım ulan!' dedim. Ne tür yazdığımı ben de bilmiyorum ya.

İnsanın kafasının karışık olması çok kötü be. Neden yazıyorum biliyorum, ancak bu yazmak için önemli bir sebep mi bilmiyorum. Belki de kafamın içinde dönen sözcükler o kadar da kıymetli veya paylaşılası değil. Günlük hayatımda da böyle bu, birşeyler yapıyorum ama o yaptığım şey ne? Belli bir amacı var mı? İnsanlığı mı kurtarıcam yazarak? Bazen aklıma geliyor ne olacak bu insanlığın hali diye ama, o soru geride kalsın şimdilik. Daha önemli problemlerim var:
  • yakınlarımla ilişkim sorunlu. Yakın dediysem, arkadaşlarım yani. Çok çeşitli ortamlardan bir sürü arkadaşım var, kimi için de bu arkadaşlık dostluk seviyesine gelebilir  desem onlara kötü davranmaya başlıyorum. Onları umursamıyorum, aramıyorum sormuyorum. Yeni tanıştıklarıma karşı daha nazik ve daha sakinken, hayatımda olan insanların tabiri caizse ağzına tükürüyorum efenim. Acaba 'ya zaten bu insan benim arkadaşım, bişicik olmaz, affeder...' kafasında mı yaşıyorum ben? (hayatımda tek şanslı olduğum konu bu herhalde, genelde hep iyi insanlar beni bulur, nerede olgun insan varsa onları çekiyorum hayatıma ama ben hayatı onlarla paylaşacak kadar olgun değilim sanırım.)
  • Bak hacı, bu zamanda üniversite öğrencisi için en önemli şey para ve özgürlük. Ailemden uzakta okuyorum zaten üniversiteyi, o konu da rahatım, ama para... Yok lan, iyiyim çok şükür. Ama daha fazla bizimkilere yük olmak istemiyorum. Keşke bir iş bulsam da çalışsam. (nazik yerlerimi kaldırıp iş aramaya üşeniyorum da üstünüze afiyet.)
  •  Ben artık korkuyorum, öğretmen olabilecek miyim acaba? Bu derslerle, sınavlarla ilgili bir konu değil. Konu/ sorun kpss, hadi onu da geçtim, okullar... Çok değil, daha iki sene önce mezun oldum liseden ve en iyi ihtimalle daha 4 yıl sonra ancak atanıp da bir devlet okulunda öğretmenliğe başlayabilirim. Ben o klasik öğretmenlerden olmak istemediğim için burdayım, ama eğitim sisteminin hali -bence- içler acısı, 4+4+4'ün sancıları daha geçmedi bile, Öğretmen Şikayet Hattı diye bir olay var. Üstelik artık öğrencinin iyi not almak için kasmasına gerek yok, devamsızlıktan kalmasın yeter. Sınıfta kızlı- erkekli olmadığı sürece her türlü şımarıklığı yapabilir. Bize kalan sadece evrak işlerini yapmak, geri kalanını bakanlık halleder. Böyle mi olmalı? Hayır. Bütün kalbimle söylüyorum, doğru mu düşünüyorum bilmiyorum - belki eleştirilerimde herhangi eksik, yanlış bir yer vardır- ama böyle olmaması gerektiğini biliyorum sadece. Bunun yolu bu değil. 
          Neyse siz okuyadurun, gelirim ben yine. Selametle.